İnsan insana emanettir

Türkiye Aktüel Yazarı Şilan Kızılkaya'nın Muhammed Rıdvan Sadıkoğlu ile yaptığı röportaj.

  • 1468
İnsan insana emanettir

MUHAMMED RIDVAN SADIKOĞLU ile İNSAN İNSANA EMANETTİR.

Eserleri ile iyileştirmek her yazarın gayesidir. Bugün bu gayesini en ari şekilde kullanan bir yazar ile röportaj yapacak olmaktan mutluluk duyuyorum. Onu sadece yazar olarak anmak yetersiz geliyor. Kendisi eğitim yöneticisi ve akademisyen, psikolojik danışmanlık ve rehberlik uzmanı aynı zamanda tanıma onuruna nail olduğum gerçek bir araştırmacı yazar ve köşe yazarıdır. Bugün Muhammed Rıdvan Sadıkoğlu ile röportaj yapacak ve siz değerli okurlarım için sorular soracağım. Keyif ile okumanız dileği ile…

Merhaba hocam, öncelikle röportaj isteğimi kırmadığınız için teşekkürü borç biliyorum.

1) Yazarak iyileştirmeye ve insanlara dokunmaya karar verme sürecinizden bahseder misiniz?

Böyle bir fırsatı yaratma nezaketiniz için asıl ben size teşekkür ederim.

Yazar olunur mu bilmiyorum. Zira okuma oranı yüzde ikilerde olan ama her gün yaklaşık iki yüz yeni kitap basılan bir toplumda yaşıyoruz. Ben kendi adıma tarihinden sanatına, ait olduğu manevi dinamiklere ve sahiplik yaptığı köklü terminolojiye kadar bu kadar zengin bir coğrafyada doğmuş olmanın aslında başlı başına bir şans olduğuna inanan biriyim. Bu inanç içinde de yıllar önce başlayan içsel yolculuğumda sanırım ilkin kendimi ve varlığımı keşfettim. Adına teknoloji çağı koyduğumuz ve her tarafımızı “bilgi” kelimesinin kapladığı günümüzde “gerçek bilgi” ye ulaşmak çok zor olsa da okudukça “gerçeğe” ulaşıyor, hemen her çiçeğe konarak topladığınız özlerle kendi balınızı yapmaya başlıyor ve bu değerler silsilesi içinde en büyük kutsal olan “insan” a ulaşıyorsunuz. Aynı coğrafyada yaşayan, aynı çağın göğsünden süt emdiğiniz, aynı ortak paydalara sahip olduğunuz, aynı acılara ağlayıp aynı sevinçlerle huzura erdiğiniz bir toplumda da “yürek ülkesi” ne hicret etmek zor olmuyor ve frekansını yakaladığınız her insanın gönül teline dokunabilir hale geliyorsunuz.

2) Türkiye genelinde bir yolculuğunuz söz konusu. Seminerleriniz, imza günleriniz ve bütün bu etkinliklerde buluştuğunuz ve dokunduğunuz insanları gözlemlerken en çok karşılaştığınız sorun nedir?

17 il, 178 ilçede yaklaşık 400 bin gencimizle buluşabilme şansını yakalayabildiğimiz için tatlı bir huzur var yüreğimin derinliklerinde ve çabamız ile nasip olursa ülkenin tamamını bu şekilde karış karış gezme amaç ve çabası içindeyiz. Karşılaşılan çokça soru ve sorun var aslında. Ama ben müsaadenizle bunlardan sadece üçünü ele alacağım.

İlk olarak aklıma gelen yönetim anlayışımızda var olan sıkıntıdır.

Sıkıntı diyorum çünkü biz yönetimi “hizmet etme” değil “hükmetme” olarak okuyoruz. Hakimiyet kurma anlayışı ise yönetici ile değer üreten insan arasındaki bağı koparıyor ve kopan bu bağla birlikte kalite anlayışı değişiyor. Liyakat değil sadakat üzerine kurulan bu anlayış da toplumda “öteki” kavramını yaratarak ayrışmaya sebebiyet veriyor. Bizim bir an evvel zaman kaybetmeden dil, din,ırk, mezhep, düşünce ayrımı gözetmeksizin “hükmeden” değil “üreten ve hizmet eden” bir anlayışla yoğrulmuş ve insanı merkez alan bir yönetici kavramına ulaşmamız lazım.

Bunun en bariz örneğini okullarımızda gördük ve yaşadık. Şu yaşıma rağmen öğrencisi olmak istediğim muhteşem, devasa binalar yapmışız son 10-15 yıl içinde. Eskiye nazaran okullar tıka basa malzeme dolu. Ama personeliyle iletişim kuramayan ve bir ekip ruhu yaratamayan; öğrencisinin odasına girmekten ürktüğü, bilgisayar laboratuvarının kapısına asma kilit vurup cebinde dolaştıran, okul kütüphanesini okulun en ulaşılmaz yerinde açmış olmak için açan bir anlayışla geleceğe yürüyemezsiniz. Evet imkan olarak kimsenin yadsıyamayacağı altın bir çağ yaşıyoruz ama bu altın çağın içinden altın bir nesil çıkaramıyor isek her imkan aslında birer imtihan olduğu gerçeğini göz ardı etmiş oluruz. Bu da çaresizliği öğrenmiş “kayıp bir nesil” koyar önümüze.

İkinci sıkıntımız akademik başarı saplantımız.

Okula gönderdiğimiz her gencin avukat, doktor, hakim, savcı, bürokrat olmasını istiyor; “hiçbir şey olamazsan bari git öğretmen ol” diyoruz! Bu kriterlerin dışında kalan meslek liselerindeki gençlerle görüşün, onlardaki “öğrenilmiş çaresizliği” görün, ne demek istediğimi anlarsınız. Gençlerin kurduğu cümleler ortak; “Fen lisesini kazanamadım, Anadolu Lisesini kazanamadım, İmam Hatip lisesine gitmek istemedim, annem veya babam bari git bir lise mezunu ol dedi.”Gencimiz en fazla 18 yaşında. Yani hayatının daha başında.Verdiğimiz mesaj ne; “Sen bir işe yaramazsın” Neden? “Çünkü benim istediğim okulu kazanamadın!”

Oysa ki… İdeal bir eğitim sistemi öğrenciyi eleme işine girişmez, girişmemeli de. Ne yapar? Onların ilgi, istidat ve kabiliyetlerini keşfederek bir üst seviyeye çıkarır. Yani balığa uç demez. Attan yumurta yapmasını, kuştan yüzmesini istemez. Dolayısıyla farklı mizaç ve yetenekteki öğrencileri aynı sorulardan sınav yapıp öğrencilerin bir kısmını “başarısız” ilan eden bir sistem eğitimi “anlayamamış” demektir. Bu tespitlerden hareketle baktığımızda da kim ne derse desin elenen öğrenciler değil sistemin kendisidir. Hiç kimse beynine bilgi depolamakla; Türkçe, Matematik, fizik, kimya olimpiyatlarında birinci olmakla eğitim sisteminin kalitesini anlatmaya çalışmasın. 15 Temmuz’da ki makus olayın başrol sistemin sınavlarında derece alanlar olduğu unutulmamalıdır. Tankların altına yatıp canını hiçe sayanlar elenen, sistem tarafından “başarısız” damgası vurulan, ötekileştirilenler idi. Ülkeyi uçurumun kenarından eğitim sisteminin “sistem dışına” ittiği bu fertler kurtardı. Bu toplumun avukat, doktor, hakim, savcı, bürokrata ihtiyaç duyduğu kadar teknisyene, tamirciye, elektrikçiye, marangoza, terziye de ihtiyaç duyduğunu idrak edip eğitim sistemimizi bu realite üzerine inşa etmediğimiz sürece az evvel bahsettiğim “kayıp nesil” sürecini hızlandırmış olacağız.

Son tespitim ise ruhsal açlığımız.

Beşikten mezara kadar süren değerler eğitimimizi terk etmemiz; önce insanımızı sonra da toplumumuzu değersizleştirdi. Farkında değiliz belki ama yitirdiğimiz her değerle hem yozlaştık hem de çaresizliği öğrendik. Kaybettiğimiz değerlerin yerine yenisini ya koyamadık ya da onun yerine monte etmeye çalıştığımız yeni değerler bizleri tatmin etmedi. Alıcılarımız sadece “peşin olanı” kapsadığı için “maddeyi” önemseyip manayı geride bıraktık! Bu da birçok konuda şikayet eder; ancak çözüm üretemez hale getirdi bizi.

Bu sorumluluk ihmalimiz daha da öteye taşıdı bizi.

Dün bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan, bin yıla yakın bu dünyaya hükmetmemizi sağlayan değerlerimizin tümünü ‘suda pişen kurbağa misali’ ama farkındalıkla ama farkında olmadan adım adım yitirerek bu kez kendimizle kavgalı hale geldik. Kalbimizi istila eden değerler yaşam biçimimiz haline geldikçe; elimizdeki gazete, neredeyse sabahlara kadar tüm vaktimizi başında geçirdiğimiz televizyon, kölesi haline geldiğimiz cep telefonlarından takip ettiğimiz ve herkesin kalbinin rengini kustuğu sosyal medya veya eş, dost, arkadaş, iş, ortam, sokak, mahallenin hep birlikte çaldığı bu senfonide kaynayıp gitti içimizdeki dünya. Ama kalbimize yön vermesi gereken aklımız başka söyleyip, aklımıza uyması gereken kalbimiz başka atmaya başlarken asıl kaybımız yüreklerimizdi.

Bu yüzden de yetimin mahsunluğuna yüzümüzü döndük; mazlumun gözyaşı içimizi kanatmadı. Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigane kaldı. Üzerine güneş doğmayan, gönlü dualı yüreği insanlık adına yaralı ecdadımıza inat; Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Arakan’da ve daha sayamadığım birçok coğrafyada ölen, öldürülen, işkence edilen, ırzına geçilen, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenen kardeşlerimiz için uykumuzu erteleyip  gecenin bir yarısı ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahsun bir şekilde samimane dualar etmeyi unuttuk. Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, vicdanımızla şahit olduğumuz dünyanın herhangi bir yerindeki aç çocukları gördüğümüz halde mükellef sofralarımızda yemekler boğazımıza takılmadı.

Sonra “eyvah biz bitiyoruz” dedi birileri. Bu sesle birlikte toplumdaki ahlaki çöküntüyü, yozlaşmayı, adaletsizliği, liyakatsizliği, bilginin şehvetinde kaybolan idraksizliğimizi dinsel terminoloji ile çözebileceğimiz inancını dirilttik.  “Dindar nesil” yetiştirme sanrısıyla hareket ederek asıl terbiyenin kal ile değil hal ile olacağını unutup, gençler karşısında söylemlerimizin eylemlerimizi yalanladığını görmedik bile. Bu yüzden bu konuda da sınıfta kaldık. Oysa bugün yapmamız gereken şey yaşadığımızı sandığımız dini bir paye olarak değil bin yıl boyunca dünya tarihine yön veren ecdadımızın izince bir ödev olarak görmeli; hakikati her daim göz önünde bulundurarak, bütün zamanlara ve mekânlara, bütün çağrılara ve çağlara ulaşmamızı sağlayacak 'yer’imizi iyi belirlemeli, belirginleştirmeli ve dünyaya bir şey söyleyeceksek, yerel değil küresel ölçekte konuşabilmeli, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel cümleler kurabilmeliyiz.

3) "Eğitim" mi, "Öğütüm" mü? kitabınız merak uyandırıyor. Bu eseriniz için ne söylemek istersiniz?

Bu çalışmanın ismini çok düşündüm aslında ama az evvel sözünü ettiğim sistemsel sürecimizde eğitim kavramını anlayamadığımız, eğitmek yerine öğüttüğümüz gerçeğiyle birebir yüzleşmek beni bu isme sürükledi. Yazım aşamasında olan ve bugünkü hal ve ahvalimizin kare kodlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalışan bu çalışma sanırım bir çok gerçekle yüzleşmemizi sağlayacak.

Bugün üniversiteyi kazananların üçte ikisi hiç istemedikleri fakültelerde okuyor, yüz binlercesi her yıl kazandıkları fakülteyi bırakıyor, milyonlarca üniversite mezunu da öğrenim gördüğü alandan çok farklı alanlarda çalışıyor ve kimse çıkıp bu sistemi sorgulamıyor!

Üniversite mezunu gençlerin sayısında hızlı bir artış olduğu hepimizin malumu ancak ekonomik ve sosyal yaşamın dışına itilen gençler arasında diplomalı ve vasıflı işsiz sayısı da aynı oranda hızla arıyor. İşsiz üniversite mezunlarının oranı 2014 yılında yüzde 10.6 iken 2018 yılında yüzde 12.4’ e yükselmiş durumda. 2018 verileri derlendiğinde mühendis diploması olan 91 bin, mimar diploması olan 40 bin gencimize iş imkanı sunamıyoruz. Sosyal hizmet bölümü mezunlarının yüzde 24’üne, gazetecilik bölümü mezunlarının yüzde 23.8’ine ve sanat mezunlarının yüzde 17.8’ine istihdam alanı açabilmiş değiliz.

TÜİK’in 2018 verilerine göre 15-24 yaş aralığındaki genç nüfusun yüzde 20.3’ü işsiz iken, bu oran 2019 yılında yüzde 26.1 gibi devasa bir seviyeye yükselmiş. OECD ülkelerinde genç işsizlik oranı yüzde 10.9 iken Türkiye’de bu oran yüzde 26 ile OECD ülkelerinin 2 katını aşmış durumda. Bu da her dört gençten birinin ekonomik ve eğitim hayatının dışında kalması anlamını taşıyor.

TÜİK’e göre ne eğitim öğretimde ne de istihdamda olamayan gençlerin oranı yüzde 24.8 olurken, erkeklerde bu oran yüzde 17.6; kadınlarda ise yüzde 32.2. Avrupa Birliği’nin (AB) resmi istatistik kurumu Eurostat’ın Nisan 2019’da yayımlanan ‘Çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen (20-34 yaş arası) gençler (NEET)’ araştırmasında ise 28 AB ülkesinin ortalaması yüzde 16.5 iken bu oran Türkiye’de yüzde 33.2. Burada asıl çarpıcı olan, çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen genç kadın oranının AB ülkelerinde yüzde 21 iken ülkemizde yüzde 51 gibi çok çarpıcı bir seviyede olmasıdır ki bu da ülkemizde her iki genç kadından birinin ekonomik yaşam ve eğitim sisteminin dışında kaldığını göstermektedir.

Sayfalar dolusu anlatabileceğimiz, ciltler dolusu yazabileceğimiz tablo içinde farkına varmamız gereken en önemli şey toplumda eğitime olan inancın azalmış olması tehlikesi. Fazla değil, daha beş on yıl öncesine kadar bir çocuğun geleceği için eğitim olmazsa olmazların en başında geliyordu. Aileler yemez, içmez, gezmez, çocuklarının geleceği için her türlü fedakarlığa katlanırlar ve iyi okullara girsin, iyi meslekler edinsinler diye çırpınırlardı. Ama üniversite mezunları işsizlik sıralamasının en tepesinde yer almaya ve eğitime, diplomaya olan ilgi giderek erozyona uğramaya başladı. Eğitimle ilgili motivasyonun dibe vurmasının tabi ki çok farklı sebepleri var ve bunlar bu sohbete sığmayacak kadar teferruatlı konular.

Ancak en ufak bir eleştiride bizi vatan hanini ilan eden zihniyet içinde toprağa diri diri gömülen, canla başla çalışıp eline aldığı diplomasıyla avuçlarındaki “hayal kırıklığı” içinde hayata küsen gençlerimizi, özel okullarda karın tokluğuna çalıştırılan, atanamayan ve artık sayısı milyona yaklaşan öğretmenlerimizi, canını dişine takıp uğraşan ama en ufak bir hatasında al aşağı edilen okul müdürlerimizi, zaten kısıtlı imkanlar içinde sürdürmeye çalıştığımız eğitim ve kalkınma mücadelemizde her yıl çöpe atılan milyonları gördükçe yüreğim acıyor.

4) Okuma ve okuduğunu anlama oranları arasında yüksek bir fark var. Kendi dilinde okuduğunu anlayamayan bir nesil hakkında birçok yazınız mevcut olduğunu biliyorum. Bu durumun düzelmesi için ilk adım ne olmalıdır

Üniversitelerde okuyan 7 milyon beş yüz bini gencimizi de dahil ettiğimizde 25 milyon gibi bir rakama ulaşarak ülke nüfusumuzun yüzde otuzluk bir dilimine tekabül eden çocuklarımız gelecek adına hepimizde müthiş bir heyecan yaratıyor. Zira oldukça kalabalık, bir o kadar zeki, sorgulayan yeni bir jenerasyon hızla geliyor.

Ama hepinizin malumudur ki; bu kuşak milli ve manevi dinamiklerimiz ile anne ve babalarından daha az temas kurdu; hatta yeni neslin bir kısmı tamamen temassız ve rüzgarda savrulan yaprak gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimin, kulakları ve kalpleri sağır eden uğultusu içinde oradan oraya sürükleniyor. Siyaset, ekonomi, sosyal medya, eğlence ve teknoloji gibi birçok alan, gösterdiği gelişmelerle sürekli dikkatimizi çekmeye ve kendine yöneltmeye çalışarak kalplerimize ve maneviyatımıza hücum eden birer düşman gibi kıyasıya yarışıyorken geleceğimizin sesi çocuklarımızı bu hengamede kaybediyor; sessiz çığlıklarını bu koca kalabalık içinde duymuyoruz.

Bakış açımızı daraltıp, tüketme hırsımız arttıkça da hayata değmeden yaşamaya, dönüştürmeye, tepeden hayat tarzları dayatmaya, çocuklarımızı “adam” etmeye çalışıyor; dünya tarihini şekillendiren manevi dinamiklerimizi, mümbit coğrafyamızın ana vatanı olduğu medeniyet iddiamızı atlayarak köklerimizden uzak göklere yükselme sancısıyla kıvranıyor, köksüz ağacın meyve vereceği hayaliyle ömür tüketiyoruz.

Konuyu biraz daha açmaya çalışarak bir parça empati kuralım ve kendimizi onların yerine koyarak, dünyaya bu satırlarla olsun gençlerin gözünden bakmaya çalışalım;

Kendi sahasının dışında hiçbir şey bilmemeyi meziyet zanneden akademisyenlerimiz, bir sonraki sınavdan kaç alacağının endişesi içinde ömrünün en güzel yıllarını heba ettiği için hayatın kendisinden bîhaber ömrünün ortasına gelen öğrencilerimiz, nasılsa matematik öğreteceği için bilmeye ihtiyaç hissetmediği dîvân şiirinin üç büyük ismini peş peşe sıralayabilmekten mahrum öğretmenlerimiz yok mu? Var!

İlkokul yılları boyunca ödev yapmaktan oyun oynamaya fırsat bulamayan evlatlarımız, ortaokul ve lise seviyesine geldikçe adı her geçen gün değişip, sayıları sürekli artan o meş’um sınavlarda bir soru daha fazla yapabilmek için biteviye test çözmekten, açıp birkaç kitap okumaya fırsat bulabiliyorlar mı? Hayır!

Bu anlamsız ve bütün bir çocukluğa kast eden maratonun akabinde bir üniversite kazanılıyor, orada başarılı olabilmek için öncekinden çok daha fazla çalışmak gerekiyor ve iş bulmaya yaramayacak bir diploma uğruna, cânım gençlik yılları heder ediliyor mu? Evet!

Âşık olduğu kıza okumak için lâzım olan şiirden fazlasını bilmeyen tarihçi, sınavı geçmek için gerekenin ötesinde tarih bilgisi olmayan doktor, dini kültür, ahlâkı bilgi zanneden ve onları da kopya kâğıtlarıyla mâziye gömen mühendis, şartlar icap etmedikçe mâzisini merak etmeyen bürokrat, okuma yazma bilmeyen çobanların gözyaşlı ibadetlerinin aşk ve zevkinden mahrum ilahiyatçı, Google’dan aparılan mâlûmatla başımızdan aşağı ukalâlık boca eden aydın, hülasa medeniyetimizin estetik, zarafet ve muhabbetinden zerre nasibi olmayan bizden habersiz bir dolu “biz” yetişmiyor mu sizce de?

Kitabı televizyonla, misafirliği AVM gezmesiyle, sohbeti akıllı telefonlarla, bilgiyi mâlûmatla, kültürü zevzeklikle, insan olmayı meslek sahibi olmakla takas ettiğimiz günden beri, bu günah bizim mi, onların mı?

Kırmızı ışıkta geçen araç sürücüsünün, çok kazanma hırsına yaptığı inşaattan demir ve çimento çalabilen müteahhidin, mal satabilmek için türlü yeminler ve yalanlar üretebilen esnafın, çay içmek isteyen müşterilerine boya katarak çayını renklendiren çaycının, sokak ortasında kalabalıklar içerisinde dahi ağzının dolusu cadde ortasına tükürebilen insanların, yapılan maçlarda şike iddialarına bulaşan futbolcu ve hakemlerin, reyting uğruna insan onurunu hiçe sayarak yalan haber yapabilen gazetecilerin, müşterisinden daha fazla para almak için kısa yol yerine uzun yolu tercih eden taksicinin, organik olmadığı halde insanların doğallık duygularını suistimal ederek piyasanın üç katı fiyatına domates satabilen pazarcı ve manavın, kadavrada ki altın dişi sökerek rant elde etmeyi düşünebilecek kadar ruhsuzlaşmış mezar hırsızlarının, ebeveynlerinin servetine konabilmek için gözünü kırpmadan onları kesebilen çocukların olduğu bir toplumda siz genç olsanız ne yaparsınız?

Peki çözüm ne?

Bizim en büyük yanlışımız, ailede başlaması gereken değerler eğitimini sadece başka kurumlardan bekliyor olmamızdır. Ötesi sadece lafazanlık!

Bu yanlışlara yokmuş gibi yapmaya devam edersek yanlışın bir parçasıolacağız. Doğruyu söylemeden, doğruca eylemeden sadece ‘yanlış var’ diye bağırırsak vicdanımızı sahte bir teselliyle avutacağız. “Birileri artık bu yanlışları düzeltmeli” deyip kenara çekilirsek yükü omuzlamanın külfetinden eleştirmenin kolaycılığına kaçmış olacağız. “Kendimi düzeltirsem yeryüzü bir yanlıştan kurtulacak” şuuru içinde emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak derdiyle yaşarsak, işte o zaman gerçekten bir şey yapmış olacak ve kim bilir belki o zaman gençlerimize yaşayan bir örnek olarak hem kendimizi hem de onları bu ateşten kurtaracağız!

5) Genç okurlar başta olmak üzere her yaşa ve kitleye hitap ediyorsunuz. Röportaj öncesi düzenlediğim bir ankette herkesin ve özellikle genç okurların size hayranlığı burada başlıyor. "İslami yazıları modern beyin yapısı ile buluşturan yazar" olarak anılıyorsunuz. Yazılarınızda bir baskı görmemek hem keyif ile okunmasını sağlıyor hem okurlarda bariyer kaldırımı yaparak öğrenmeye teşvik ediyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bu konuda din kavramını nasıl okuduğunuz ön plana çıkıyor sanırım. Ben din kavramını “insan olabilme sanatı” olarak okuduğum için ve “güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez” felsefesi üzerine bina etmeye çalıştığım bir anlayışa sahip olduğum için seküler bakış açısına sahip insanımızı kucaklamak zor olmuyor. Zira inanç bireysel bir şey ve inancından dolayı kimseyi ötekileştirmek gibi bir lüksümüz yok. Dini bir ısrar değil teklif olarak görmediğimiz sürece toplumda “öteki” kavramı canlı kalacaktır. Ne zamanki din kavramını bir ayrıcalık değil yerine getirilmesi gereken bir ödev olarak gördük ve buradan hareketle tüm mahlukatı sevgi, şefkat, merhamet ve en çok da adaletle kucakladık işte o gün biz gerçek hüviyetimize kavuşacağız.

Çünkü ceddimiz sadece tarihe yön vermekle kalmadı; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koydu. Aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan etti insanlığa. Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, feragat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadim değerleri ceddimiz hayata geçirdi. Yetinmediler; batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiçbir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini onlar armağan etti insanlığa.

Okurlarıma bir söz küpesi hediye etmek isterseniz bu ne olurdu?

Kalbinizin İsa’sına hamile kalmadan Meryem’i doğuramazsınız bu yüzden ne varsa içinizdedir.

Röportaj: Şilan KIZILKAYA, Türkiye Aktüel Yazarı