Mehmet SAYAN

BİR ŞEHİT ANNESİNİN ANNELER GÜNÜ

Mehmet SAYAN

  • 444

“Bütün annelerin, özellikle evlâtları bu vatan için şehit olmuş şehit annelerinin Anneler Günü’nü kutlar, saygılarımı sunarım. Sonsuzluğa göç etmiş olan başta annem ve ikinci annem olan eşimin annesi olmak üzere bütün annelerimizin mekânları cennet olsun.”

Televizyonda haberler başladı. Nusaybin’de, Şırnak’ta yine altı şehit vardı. Bir gün önceki üç şehit de memleketlerinde kalabalıkların katılımıyla defnedilmişlerdi. Şehit annelerinin gözyaşlarını izledim. Benim de gözlerimden yaşlar döküldü. Aynı evlât acısını yaşamış, hayattaki tek varlığı oğlunu şehit vermiş bir anne olarak o annelerin acısını benden daha iyi kimse bilemezdi. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye slogan atan kalabalıkları, acıları azaltmak için konuşan yetkilileri dinledim. Bu sloganı ve bu konuşmaları o kadar çok dinlemiştim ki artık benim için bir mana ifade etmiyordu…

Kapının zilinin çalmasıyla alt kata inerek kapıyı açtım. Gelen iki hanım bir derneğinin yöneticileriydi. “Hoş geldiniz.” diyerek misafirleri içeri davet ettim. Dernek başkanı hanım: “Ayşe Teyze, biz içeri girmeyelim. Vaktimiz sınırlı, başka yerlere de uğrayacağız. Pazar günü Anneler Günü’nü şehit anneleriyle beraber kutlamak için bir program hazırladık. Sizi de bekliyoruz” dedi.
“İnşallah” diyerek hanımları yolcu ettim.

Yemeğimi yedikten sonra çayımı içerken rahmetli eşimi hatırladım: “Bizi erken bırakıp gittin Ahmet.” dedim. Eşimi kaybettiğimde oğlum Oğuz 10 yaşındaydı. Artık bizim için zorluklarla dolu yeni bir hayat başlamıştı. İyi ki başımızı sokacak atadan kalma bu iki katlı ahşap ev vardı. Yoksa ne yapardık… Küçük de olsa eşimden bir maaş bağlanmıştı. Oğuz, ilkokul, ortaokul ve lisede okurken pek maddi zorluk çekmedik. Ama Oğuz üniversite imtihanını kazanıp Ankara’ya gidince sıkıntılar başladı. Bunun üzerine el işi yaparak tanıdıkların da yardımıyla yaptıklarımı satmaya başladım. Oğuz çok iyi bir çocuktu. Hiçbir kötü alışkanlığı yoktu. Dersleri de iyiydi. Devlet yurdunda kalıyor, durumumuzu bildiği için harcamalarını da çok itinayla yapıyordu. Oğuz nihayet okulunu bitirdi. Tarih öğretmeni oldu. Ama yeterli kadro olmadığı için sınavlarda yüksek bir puan almasına rağmen bir türlü ataması yapılmadı. O yaşta bir gencin işsiz olmasının onu nasıl çaresizliğe sürüklediğini gözlüyordum. Bu durum beni de çok üzüyordu. Bir akşam yemeğimizi yedikten sonra Oğuz: “Anne gel otur sana bir şey söyleyeceğim.” dedi. Merakla karşısına oturdum ve onu dinlemeye başladım: “Anne benim okuldan bir kız arkadaşım var. Beni bugüne kadar bekledi. Bu sebeple benim onu istemeye gitmek için mutlaka bir işim olması lâzım. Devlet polis alıyor. Ben de başvurmak istiyorum” dedi. Bir şey söyleyemeden öylece kalakaldım. “Ne diyorsun anne?”  deyince: “Ama oğlum, ortalık karışık. Polislik tehlikeli bir meslek değil mi?” diyebildim. “Mecburum anne” dedi. Ne diyebilirdim ki razı oldum…

Oğuz, polis oldu ve Mardin’e atandı. Ben de onunla birlikte gitmek istesem de karşı çıktı. Artık televizyonda haberleri hiç kaçırmıyordum. Ne zaman telefon çalsa tedirginlikle ahizeyi kaldırıyordum…

Oğuz, göreve başlamasından altı ay sonra kız arkadaşını istemek üzere izin alarak geldi. Birlikte Ankara’ya giderek kız isteme işini gerçekleştirdik ve aile arasında nişan taktık. Yaza da düğün yapmaya karar verdik. Ama bu düğünü yapmak nasip olmadı. Bir sabah erken saatte kapının zili çaldı. Kapıyı açtığımda karşımda iki erkek ve bir bayan polis bir de sivil erkek vardı. “Eyvah, Oğuz’a bir şey mi oldu?” dedim. “İçeri girebilir miyiz?” dediler. Oturmalarından sonra bir süre sessizlik oldu. Daha sonra Komiser, “Ayşe Hanım, maalesef Oğuz’u bir çatışmada kaybettik. Başınız sağolsun” der demez kendimi kaybetmişim. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Polislerin yanındaki sivil şahsın doktor olduğunu ve bana ilk müdahaleyi evde yaptıktan sonra hastaneye kaldırdıklarını öğrendim.

İki bayan polis ve bir hemşire refakatinde oğlumu karşılamak üzere hastaneden çıkartıldım. Evimize büyük bir Türk Bayrağı asmışlardı. Beklemeye başladık. Nihayet Oğuz’un bayrağa sarılı tabutu geldi. Tabuta sarılarak ağladım, ağladım… Oğuz’u büyük bir kalabalığın katılımıyla şehitliğe defnettik. Cenaze törenine Oğuz’un nişanlısı ve ailesi de katıldılar…

Ertesi gün, şehit anneleri için düzenlenen Anneler Günü törenine katılmak için evden çıktım. Salona girdiğimde beni karşıladılar. Çok kalabalıktı. Şehit anneleri için ayrılan yere oturdum. Biraz sonra Dernek başkanı hanım mikrofona gelerek konuşmasını yapmaya başladı: “Askerlik ve polisliğin ne kadar kutsal olduğunu hepimiz biliriz. Şehitlik herkese nasip olmayacak büyük bir mertebedir. Şehit anneleri, evlâtları şehit olduğu için gurur duymalı ve sevinmelidir…” Bu sözler beni çok üzdü. Ne demek yani, ben en kıymetli varlığım olan oğlumu kaybetmiştim. O günden sonra da dünya bana zindan olmuştu. Ben nasıl bu duruma sevinebilirdim. Sonra bu konuşmayı yapan hanım bildiğim, yakından tanıdığım bir ailenin kızıydı. Aile, iki oğlunu da bedel ödeyerek askere göndermemişti…

Törenin bitmesini beklemeden salondan ayrılarak şehitliğe gittim. Oğlumun mezarına sarılarak hasret giderdim. Ağladım, mezarı temizledim, çiçekleri suladım, dualar ettim. Böylece akşam oldu. Bir anneler gününü O’nsuz geçirmenin hüznüyle eve döndüm…
 

Yazarın Diğer Yazıları