Mehmet SAYAN

KANLICA MANTARI (HİKÂYE)

Mehmet SAYAN

  • 645

Ekim ayında her zaman hava böyle iyi gitmezdi. Ama bu yıl hava tam mantar havasıydı. Yağmur yağıyor, arkasından güneş kendisini gösteriyor, o zaman da ormanda mantar bolluğu başlıyordu.

Mantar, orman köylüsüne Allah’ın bir lütfuydu. Bu dağlarda çeşit çeşit mantar yetişirdi. Özellikle de en bol yetişen kanlıca mantarı, mantarların en lezzetlisiydi. Mantar hem onların sofralarını süsleyen güzel bir yemek, hem de gittikleri şehir pazarında kazanç kapısı olurdu. Ertesi sabah ailece mantara gidecektik. O sebeple vakitlice yattık.

Sabah erkenden kahvaltımızı yapıp, ormanın yolunu tuttuk. Dedem, babam, annem, kız kardeşim ve ben beş kişi, hepimizin ellerimizde birer sepet mantar toplayarak ormanda ilerlemeye başladık.

Köyümüz hemen Ilgaz’ın eteğindeki bir orman köyüydü. Kız kardeşim ilkokulda, ben ortaokulda okuyordum. Köyümüzdeki okul öğrenci azlığından kapatıldığı için taşımalı sistemle on kilometre uzaklıktaki komşu köyün okuluna gidiyorduk. Zaten çevredeki öbür köylerin okulları da kapalıydı. Oraların öğrencileri de aynı okula geliyorlardı. Dedem: “Maşallah bu sene mantar bol. Bu topladığımız mantarı Kastamonu’ya pazara götürüp sat.” diye babama seslendi. Babam: “Olur, zaten alınacak bazı ihtiyaçlarımız da var.” diye cevap verdi. Köyün minübüsü Kastamonu’da Pazar kurulan günlerde sabah erkenden Kastamonu’ya gidiyor, akşam dönüyordu. Köylüler pazara özellikle süt, yoğurt gibi ürünler götürüyordu. Köy, orman köyü olduğu için tarım yapılacak pek arazi yoktu. Ama ellerinden geldiğince hayvancılık yapıyorlardı.

Öğlen yemek molası verdik. Annem, beraberinde getirdiği çıkından çıkardıklarından bir sofra hazırladı. Babam hemen bir ateş yakıp düşen közlerin üzerine topladığımız mantarların küçüklerini yerleştirdi. Belki de hayatımın en lezzetli yemeğini yedim.

Annem: “Mantar bu kadar bol iken yine gelelim kışlık salamura yapmak için toplayalım. Biraz da kavurur dondurucuya koyarız. Çocuklar mantar ekmeğini seviyorlar.” deyince dedem: “Olur kızım, Ali yarın pazara gidecek, çocukların da okulu var. Biz anneni de alıp üçümüz geliriz.” Biz hemen kardeşimle itiraz ettik: “Cumartesi, pazar gelelim. Biz de gelmek istiyoruz.” Dedem zaten bizi hiç kıramazdı. “Olur, o zaman cumartesi geliriz dedi. Akşam eve döndüğümüzde bütün sepetler dolmuştu.

Babaannem, sofrayı hazırlamış, yeni yapılan tarhanadan da çorba yapmış, yeni kurulan turşudan da turşu çıkarmıştı. Annem hemen mantar kavurmaya başladı. “Oğlum şu kümese bir bak bakalım. Yumurta varsa al gel.” dedi. Kümeste üç adet yumurta vardı. Getirip anneme verdim. Annem, mantarlar iyice kavrulduktan sonra yumurtaları da üzerine kırdı. Hep beraber sofraya oturduk.

Biz yemeğimiz yerken televizyonda haberler başlamıştı. Bir yerde insanlar yedikleri mantardan zehirlenmişler, hastanede mideleri yıkanmış, kollarında serum takılı olarak yatıyorlardı. Bir yetkili mantar zehirlenmesiyle ilgili: “Mantar yerken dikkatli olun. Bu yediğiniz sakın son yemeğiniz olmasın.” diye konuşuyordu. Dedem: “Acemiler sizi. Ne olduğunu bilmeden yerseniz böyle olur işte. Bakın bize bir şey oluyor mu!” diye hepimizi güldürdü.

Ertesi sabah, mantar sepetlerini köyün minübüsüne taşıyıp babamı Kastamonu’ya uğurladık. Akşam, babam mantarları satıp köye döndü. Ama pazarda o kadar çok mantar varmış ki babam umduğu fiyatın yarısına bile satamamış. “Böyle olacağını bilseydim gitmezdim.” diyerek üzüntüsünü ifade etti…

Yazarın Diğer Yazıları