İnsan bazen dışarıdan kendini soyutlayıp kendi içine gömülerek yaşamayı “huzur arama” yöntemi olarak benimseyebilir. Kalabalıklardan ve kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen konuşmalardan sıkılanlar için bu içe dönüş bir müddet huzur da verebilir. Kendiyle baş başa devam etme hâli, gıda ve benzer ihtiyaçlar için insanlarla iletişim gerektiren durumlarda zorunlu olarak bozulur.
Misal; bir berbere, kuaföre gitmek isteyen münzevi kahramanımız başkalarıyla konuşma orucunu bozacak, üstüne bir de kendisini ilgilendirmez gibi görünen konuları can kulağıyla dinleyecektir! Ne yani hiç mi başınıza gelmedi?
Niye böyle bir giriş yaptığımı kendime dahi açıklayamadığım için asıl anlatmak istediğime geçmeyi faydalı buluyorum! Bir akşam berbere gidip saç tıraşı olmak isteyen bir yazı işçisi, berber koltuğuna oturup saçları tıraş edilmeye başlandığında dükkâna gelen biri hemen konusunu açar: “Zengin olsam hiç derdim olmaz, dünyanın en mutlu insanı ben olurdum!”
Sanki “Yazında bu konuyu işlemen için karşına çıktım, artık sen de boş durmaz, bunun hakkında bir şeyler yazarsın!” demek istiyordu bu adam! Dükkân odun sobasıyla ısınıyor, TV’de akşam haberleri gündemden bahsediyordu.
Zenginlik üzerine kendinden emin tespitleri olan adam bir örnekle de bunu kuvvetlendirmeye çalıştı: “Bir düşünsene, onca paranın içinde ne derdi olur insanın?”
Saçları tıraş edilen yazı işçisi duramadı: “Psikologların müşterisi neden çoğunlukla zenginlerden oluşuyor o zaman?”
Zenginliğin, tüm dertleri bitirdiğini savunan adam, psikologa giden zenginlerin, paralarıyla huzur bulamamalarını aptallıklarına bağlıyordu!
Konuşması sırasında çalışma hayatından yer yer kesitler sunan bu adam birkaç yerden sürgün edilen bir memur olduğunu açıkladı. Amirlerine sosyal medyada küfür ve hakaret etmiş ya da başka sebeplerden ötürü “zorunlu olarak” çalışma yeri değiştirilmişti! Amirleri, onun bu hareketlerini hak edecek ne yapmışlardı acaba?!
Yaptığı işten ötürü eline ayda 5-6 bin lira arası bir para geçiyor ama buna rağmen zenginlikle mutlu olunabileceğini savunuyordu! Tek başına yaşamasına karşın maaşıyla neden mutlu değildi peki?
Çalışma hayatıyla beraber siyasete de giriyor, siyaset bilimcilere sanki “Bunca okulu, kitabı, makaleyi boşuna okumuşsunuz, işte ben hepsini kolayca çözdüm!” der gibi tüm meseleleri pat diye açıklayıveriyordu!
O anlatırken yazı işçisi zihninde bir şeyler düşünüyor ve bir tespitte bulunuyordu. Düşüncelerinden çıkıp ansızın sordu adama: “Ağabey, siz evli misiniz?”
Değildi ve düşüncesinde haklı çıkmıştı yazı işçisi! Çünkü biraz da kendinden biliyordu ki bu tür meselelerle çokça uğraşmak evlilerin haddine değildi! Dünyanın ve ülkenin tüm sorunları bekârların sırtındaydı! Hele bir de aile sorumluluğundan korkup kaçanlar, işi iyice kadın ve çocuk düşmanlığına götürerek her mesele hakkında öyle keskin yorumlar yapıyordu ki… Galiba bunun bir örneği de şimdi bu berber dükkânındaydı.
“Ben böyle çok mutluyum!” diyor ve kadınların dırdırından uzak olmanın huzur verdiğini de cevabına ekliyordu. Sürgün memur, 40’lı yaşların başındaydı ve neredeyse bütün meşgalesini sosyal medya hesabında müzik klibiyle siyasi haber paylaşımına ayırıyor, arada da iş yoğunluğu olmayan uzak ilçedeki memuriyetini yapıyordu.
* * *
Yazının girişinde kullandığımız cümleleri heba etmeden toparlayalım: İnsan bazen kendini başkalarından ve dışarıdan soyutlamaya çalışırken sonunda bir huzur bulacağına inanır. Eğer çevresinde onu anlayan birileri yok ve karşılaştığı herkes kendi hâline odaklanmışsa bir bakıma haklıdır bu eyleminde. Bunaldığı ortamdan uzak kalarak bir süreliğine de olsa huzur bulduğunu düşünecektir. Sonra yapayalnız yaşayan bir adamın berber dükkânında anlattıklarıyla şöyle bir tespitte bulunacaktır:
“İnsan, kendi kendine yaşamak zorunda kalacaksa bunu biraz sanatla ve benzer hayırlı uğraşlarla çiçeklendirmeye çalışmalı, bunu başaramıyorsa da her şeyin suçunu dışarıda aramamalıdır!”
Ne dersiniz inziva hâli her zaman yaramıyor insana galiba?
RAHŞAN ECEVİT’İN YÜN ÖRMESİ!
Rahşan Hanım’ın vefat haberini aldığımda ilk aklıma gelen kitap fuarında eşinin kitaplarını imzalarkenki hâliydi. Geçen yıl Beylikdüzü Kitap Fuarı’nda Bülent Ecevit’in kitaplarını imzalamak için stantta bulunuyordu. Uzaktan görmüştüm, bir kitap imzalatıp imzalatmamak konusunda biraz da maddi sebeplerden ötürü çekimser kalmıştım!
Onu fuarda görüşümden bu yana bir yıl geçti ve geride eşiyle birlikte verdikleri sevimli fotoğraflar kaldı. Bir de kendi adıyla anılan ve pek çok adaletsizliğe neden olan bir af yasası kalmıştır geride. Kendisi bu af yasası için “Benim düşündüğüm af, katillerin affı değil, garibanların affıydı. Bir somun ekmek çalanlar için istenilen affın içine katilleri de sokan ben değilim!” demiştir.
Rahşan Hanım, her konuda eşiyle aynı mı düşünüyordu peki? 1999 yılında kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu zamanında Ecevitlerle TV için röportaj yapan Taha Akyol’un, ikilinin farklı düşündüğü ve daha sonra Bülent Ecevit’in röportajdan çıkarılmasını istediği iki konu için Karar Gazetesi’ndeki “Ecevitlere saygı” yazısını okuyunuz ve biraz da şaşırınız!
Bülent Ecevit’in eşine yazdığı şiirdeki “yün örmen vardı akşamları koltuğa gömülü / karşında polisiye roman okumak vardı” mısralarını okurken “Acaba gerçekten yün örmüş müydü Rahşan Hanım?” diye düşünüyor, bir yandan da “Tek parti devrinde Kastamonu’dan milletvekili olan Fahri Bey’in oğlu Bülent Ecevit, gazeteciliğe devam etseydi de hiç siyasete girmeseydi Ecevitlerin ve ülkemizin tarihinde ne gibi farklılıklar olurdu?” sorusunu da sormadan edemiyorsunuz!
Rahşan Hanım’a rahmet dileyerek Bülent Ecevit’in şiirini hatırlatıyorum:
“yün örmen vardı akşamları koltuğa gömülü
karşında polisiye roman okumak vardı
sorgusuz bakışmak yoruldukça gözlerimiz
sevinçsiz gülmek üzüntüsüz ağlamak
oturmağa konuklar gelmesi bazen
çevresinde bir masanın kaygısız
sıcacık konularda bir demli çay gibi
bilmedik komşularla konuşmak
...
düşünmeyebilmek yoruldukça düşünmekten
kamaştıkça örtebilmek gözlerini
düşlerde bile ışıktan sakınarak kendini
uyuyabilmek vardı vaktinde rahat”