Selahattin DEMİREL

Devlet radyosundan şikâyetçiyim!

Selahattin DEMİREL

  • 572

Radyonun fişini taktığımda uşşak makamında bir şarkı beni karşıladı:

“Şu yalancı dünyaya
Yeniden gelebilsem
Seni bir ömür değil
Bin ömür sevebilsem…”

Ne güzel bir sevgi ifadesiydi bu böyle! Artık sevgiler naylon ve hissizdi, üstelik kimse bir radyo programına katılıp sevdiğine bir şarkıyı armağan da etmiyordu. Radyoda şarkı devam ediyordu:

“Hiçbir şey istemezdim
Seni sevmekten başka
Bir ömür yeter mi hiç
Böyle güzel bir aşka…”

Şarkının adı “Sana Gönül Borcum Var”dı. Ben sözleri incelerken radyo dur durak bilmeden yeni bir şarkıyı duyurdu: “Anar ömrünce gönül giden sevgilileri…”

Sanki bir şakaydı bu ve hiç mi düşünülmüyordu radyonun bir ucunda hassas kalpli dinleyicilerin olma ihtimali? Devlet radyosu yönetiminin bunu düşünmeyişi büyük bir ayıptı! Şikâyetim radyonun çalma listesini hazırlayanlara! Yahu biz de insanız be!

Peki, sizler radyo dinliyor musunuz? Yoksa yalnızca trafikte mi aklınıza geliyor? Radyo, televizyondan daha anlamlı ve hayal gücünüzü zenginleştiren bir iletişim aracıdır. Radyonun mucidi olarak görülen İtalyan kâşif Marconi’den, öncesinde radyo frekanslarının teorisini geliştiren İngiliz bilim insanı Maxwell’den ve bunu pratiğe uygulayan Alman fizikçi Hertz’den bahsetmeyeceğim ama radyo dinlemenizi tavsiye edeceğim.

“Sana Gönül Borcum Var” şarkısının güftesi İsmail Koçar’a, bestesi de Bilge Özgen’e aitti. Bunun yanında fena bir gerçek vardı ki o da artık hisli, dürüst sevenlerin gönül borcu değil, alacağı olduğuydu. Ve bu alacak, vefasız sevilenlerin ödemeye yanaşmadıkları cinstendi.

Sel altında çorba keyfi!

Yozgat’ın Yerköy ilçesinde aşırı yağış sonrası yollar göle döndü. Bu bir haber değeri taşımayabilir fakat göle dönen sokağın ortasında bir masanın başında bir adam çorba içiyorsa buna ne denir? Gerçekten, dünyayı dert etmenin hiçbir anlamı olmadığını bu çorba içen ağabeyden anlıyoruz. Ne güzel bir öğretme yolu bu böyle! Sağ ol, var ol yağmur suları içinde çorba içen ağabey! Afiyet olsun!

Bir ölüm

Devrekâni’de pancar tarlasında üzerine yıldırım düşen Hatice Başlı hastanede vefat etti. Kendisine Allah’tan rahmet, sevenlerine büyük sabır dilerim. Hatice ablanın hikâyesi neydi, o yağmurlu havada pancar tarlasında çapa işçisi olarak çalışmasının, ekmek davasını takip etmesinin arka planında ne vardı? Haberlerde bu geçmiyor ama “ömür vadesi; zengini sarayda, yoksulu tarlada yakalıyor.” diyenleri de duyuyoruz.

Pancar işçilerinin yevmiyesi nedir? Sigortasız ve güvenlik tedbirinden yoksun olarak çalışmanın bedelini hem yolda hem de iş sahasında ödemeye hazır bir hayatı yaşamanın sorumluluğu kimde? Ve belediye hoparlöründen yükselen ölüm ilanının derdine kaç kişi düşüyor?

Didem Madak ablamızın bir şiiriyle:

“Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!”

Yazarın Diğer Yazıları