Selahattin DEMİREL

Kastamonu'da Garip Bir Olay ve Kitapsızlar!

Selahattin DEMİREL

  • 2435

Geçtiğimiz hafta Kastamonu Kuzeykent Mahallesi çevresinde gece 1 sıralarında yaklaşık 1 dakika boyunca duyanlara şaşkınlık verecek sesler yükseldi. Doğal olarak seslere şaşıranlar oldu ama daha önceden bu sesler konusunda antrenmanlı olanlar da kahkahalara sığındı. Hatta bu olayı kaydedip internette yayınlayanların bu kaydı kahkahalar ve yer yer küfürler eşliğinde aldıklarını görüyoruz.

Belediye Başkanı Tahsin Babaş’ın sosyal medyadan yaptığı açıklamada: “Kuzeykent Mahallemizin belirli bir noktasından duyulan ahlaksız provokasyonun kurumumuz ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Yapılan araştırmada yayının özel bir hoparlör sisteminden yapıldığı tespit edilmiştir. Bu ahlaksız eylemi kurumumuzla bağdaştırmak isteyenler ile ilgili olarak gereken yasal süreç en kısa sürede başlatılacaktır.” denilmiştir.

Biz de bu elim olayla internet mecrasında “olay şehir” olduk. Gerçekliği belgelenememiş olan “Daş düşebülü, ayu çıkabülü!” uyarı levhasıyla zaten şehrimize bir sabıka atfetmeye çalışanlara şimdi de bu olay cesaret vermez umarım!

Ben genellemeleri sevmem. “Erkekler böyledir, kadınlar şöyledir, filan şehirliler şöyleyken falan şehirliler böyledir” gibi genellemeler gerçeklikten uzak tespitlere götürür bizi. Çünkü konu edilen insansa genellemeler anlamsızdır. Ne demiş eskiler? “Hayvanın alacası dışında, insanın alacası içinde.” Mevzu insansa uzun uzun düşünmek gerek. O sebeple şehrimizde yaşanan bu olaydan ötürü yöre insanıyla alay etmeye çalışanlara, düştükleri sığlıktan dolayı acırım yalnızca.

Madem hoparlörden porno film sesleri yükseldi. Gelin bu kavrama dikkat çekelim. Porno sektörünün en önemli kaynağını erkeklerin kadınlar karşısındaki acizliği oluşturuyor. Bu acizliği istemeden de olsa anlatıyor porno filmler. Aynı zamanda hayvanları bile utandıracak sahneleri konu edinmesi açısından da, Şu insan, kimi zaman yaptığı iyiliklerle melekleri kıskandırırken kimi zaman da düştüğü kötülüklerle şeytanları bile kendinden tiksindirir. dedirtiyor.

Porno oyuncularının hayatlarını araştırdığımızda da sorunlu kişilikler çoğunluğu oluşturuyor: Madde bağımlılığı, kişilik bozukluğu, ailevi huzursuzluklar ve en önemlisi de psikolojik rahatsızlıklar. Yani aslında bir tutunamama hâli…

Erkekliğin acizliğini, kadınları bir mal-meta olarak görüp göstererek kullanıyor bu sektör. Kapitalist dünya görüşünü de ele veriyor bence. Haber sunumunda, satış-pazarlamada ve otomobil markalarının tanıtımlarında kullanılanlar kadınlar değil mi?

Gazetelerin magazin eklerinde, arka sayfalarında “Erkeklerin gözünü doldursun.” diye yayınlanan fotoğraflar yine kadınların değil mi? Kadını böyle gören-gösteren sistemin bu anlayışı, “Erkek bakışı budur!” gibi sunmasıydı belki de ABD’li feminist yazar Valerie Solanas’a erkekleri yok edip tamamen kadınlardan oluşan bir toplum oluşturmayı amaçlatan ve Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nu yayınlatan.

2014 yılında, Habertürk Gazetesi’nden Ümran Avcı, Kastamonu Genelevi ile ilgili bir haber yaptı. Haber, “Pembe Karanlıktaki Kadınlar” ismini taşıyordu. Haberden; genelevlerin 1930 tarihli yönetmelikle idare edildiğini ve röportaj yapılan kadınlara göre bu yönetmeliğin çok katı olduğunu, genelevlerin neredeyse bir cezaevine dönüştüğünü, en önemlisi de buradaki hayat kadınlarının hikâyesini öğreniyoruz, yüzeysel de olsa.

“Etimi gram gram satıyorum ama namusumu, yüreğimi ve beynimi asla satmıyorum.” diyen kadınların hikâyelerine, onlara bir zevk aracı olarak bakmayan, aklı apış arasında olmayan, yüreği temiz her erkeğin üzülüp, aslında bu günahın bu kadınlara tek başına yüklenemeyeceğini, nice gaddar baba, kadir-kıymet bilmez eş ve vurdumduymaz kardeş olarak erkeklerin onların hayatlarında en büyük sorumlu olduklarını düşünmeleri gerekir değil mi? Bu toplumsal yaklaşımın yanında devlet bakışı da önemli…

90’lı yıllarda genelev patronu Matild Manukyan’ın vergi rekortmeni olduğunu ve devletten plaket aldığını, bu genelevlerde çalışan kadınlardan biriyle birkaç sene önce yapılan röportajda Manukyan genelevlerinde kadınlara soluk aldırılmadığını, onların köle gibi çalıştırıldığını görmedik, duymadık, bilmiyor muyuz?

Bu haberiyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin röportaj ödülünü aldı Ümran Avcı. Şehrimize hakaret mi edildi bu haberle? Fuhşun olmadığı bir şehir ve ülke var mı peki? Bu, insanlığın en büyük ayıbı!

Ayıptan yola çıkarak içimizdeki sapıklardan da bahsetmeliyiz. Uydu kanalından porno film izlerken filmdeki iğrençlikleri karısına zorla yaptırmaya çalışan adamın, karısı ve karısının oğlu tarafından öldürülüşünü, eşiyle birlikte olurken karısından makatına soda şişesi sokmasını isteyen ve o şişenin ameliyatla çıkarılabildiği adamı (nasıl bir fanteziyse artık!) görmedi mi bu ülke? Yasak ilişkide bulunduğu kadının oğlunu kaçırıp öldüren manyağı, bebeğe tecavüzü, öğrencisini istismar eden öğretmeni, gelinine saldırmaya çalışan kayınpederi ve artık yüreğimizin ve midemizin kaldırmadığı bir yığın insanlıktan çıkış haberini duymadık, görmedik mi?

Bazı muhafazakâr gazeteler ve haber siteleri tecavüz haberlerini yayınlamıyor. Keşke onlar yayınlamadığı zaman bu olay hiç yaşanmayabilseydi! Ne zaman böyle bir haber duysam erkekliğimden utanırım. Ankara Bentderesi’ndeki genelev, yıkım için kapandığında bundan habersiz oraya giden 70 yaşını geçkin dedeyi televizyon haberinde görünce de aynı utanca kapılmıştım.

Gençliğinde karısına “arım, balım, peteğim, gülüm, dalım, çiçeğim / bilsem ki öleceğim yine seni seveceğim.” diyen sahtekâr romantikler, yaşlanan karılarını genelevlerde, otel odalarında, yol üstü pazarlıkların sonunda aldatmıyorlar mı?

Konuyla ilgili Reşat Enis Aygen’in 1937’de yayınlanan “Afrodit Buhurdanında Bir Kadın” romanını anımsamamak olmaz. 1930’lar Türkiye’sinden manzaralarla hem kapitalist sistemin kadına bakışını hem de fabrika ve maden işçilerinin dramını işliyordu bu roman.

Ve Kitapsızlar!

Kitap demişken, bu hafta Kütüphaneler Haftası. “Kütüphanenin adı mı kaldı, ona yalnız, öğrenciler gider bize ne?” diyenleri duyar gibiyim.

Kütüphaneyi oluşturan kitaptan da bahsetmeyelim mi peki? Hiçbir şey okumadan mı geçiyor günümüz? Bir takvim yaprağı, bir gazete haberi de mi okumuyoruz yoksa? Senede 1 kitaba bile dokunmuyor muyuz? “Yüce Kitabımız” diye saygıyla ifade ettiğimiz Hz. Kur’an’ı da mı okumuyoruz? Arapçasından veya mealinden?

Aman adam sen de! Kitap karın doyurmuyor ki…” diyenleri de duyuyorum. Evet, kitap karın doyurmaz, sizi mal-makam sahibi de yapmaz! Dikkat edin, bunlara sahip olan tiplerin çoğu da iyi okur değillerdir zaten. En fazla sahte entelektüellerdir yani entel! Peki ama karnımızın tok, zihnimizin boş olması hoş mudur? Şu an ülkemizde ve dünya genelinde bu tiplerden az mı çektik, çekiyoruz?

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı 2017 Yılı Performans Raporu’na göre ilkokulda öğrenci başına okunan kitap sayısı 25 iken bu sayı genel lisede 9’a düşüyor. Meslek ve teknik liselerde ise bu sayı 2,7! Hadi 3 diyelim!

Bu rapordan anladığımız şu: İlkokul çağındaki bir öğrencinin okuduğu kitap sayısı, sınıf ve çocuk büyüdükçe azalıyor.

Okumak ayrı, bir de o kitaptan anlaşılan ve onun anlatımı da bir o kadar önemli. Türkçe öğretmenlerimiz de bunun bilinciyle sadece okunan kitabı değil, öğrencinin anlama ve anlatım durumunu da değerlendiriyordur muhakkak!

TÜİK’in 2014 - 2015 Zaman Kullanım Araştırması’ndan, 10 yaş ve üzeri yaşlardaki bireylerin %94.6’sının en fazla yaptığı faaliyetlerin televizyon izlemek olduğunu öğreniyoruz. Bu sonuç, çocuk-yetişkin demeden televizyona verdiğimiz değeri gösteriyor! Televizyona ayrılan ortalama zamansa 4,5 - 5 saat.

Bu saatler benim iyimser tahmini rakamlarım tabii, güne televizyonla başlayıp televizyonla bitirenlerden bahsetmedik daha.

Evlerde televizyona başköşe layık görülürken kitaplara bir kitaplık bile çok görülmüş, çoğu tavan aralarında, kanepe altlarında, kullanılmayan tozlu dolap içlerinde ancak kendilerine yer bulabilmişlerdir. Bir tek, Kur’an’ı Kerim’i özel bir kılıfla duvara asmışız, ancak mübarek kitabın üstündeki tozlara aldırış etmeyip onu da Ramazan’dan Ramazan’a hatırlar olmuşuz, yalan mı? Neredeyse kutsal saydığımız televizyona ayırdığımız günlük zamanın 1 saatini olsun okumaya ayırsaydık hem biz hem de bu ülke daha farklı olmaz mıydık?

Evet, “okumakla adam olunmaz” lafı da çok konuşulur sohbetlerimizde. Yoksa bu, tahsili olmayanların ya da okumayı angarya olarak görenlerin kendilerine verdikleri bir teselli olmasın!

Okumaktan maksat elbette diploma değil. Okumaya, araştırmaya genel meraktan söz ediyorum. Yoksa ki iyi bir diploma ve cüzdanı dolup taşıracak işler için kitapları birer basamak olarak kullanıp onları bir menfaat aracı olarak görmekten bahsetmiyorum. Ne yazık ki bu yöntemin uygulayıcıları hiç de az değildir!

Okuyalım dostlar, okuyalım. Kendinize ait bir fikriniz olsun, bilgi edinmeden fikir oluşturamayız. Etrafta yeterince bilgisiz fikirler uçuşuyor zaten.

Avrupa’da yükselen ırkçılığa, bizdeki şu sığ siyasi tartışmalara, futbolu futbol olmaktan çıkarıp onu bir holigan terörüne çeviren anlayışa bir bakın. Birbirlerine küfür ederek, şiddet uygulayarak mutlu olmaya çalışan kalabalıklara da bakın. Bu yöntemle enerjilerini döküp rahatlamaya çalışıyorlar. Kendi yanlışlarına başkalarını da dâhil ederek örgütlü yanlışa doğru ilerliyorlar. Her kaos zamanı aklımıza gelen sağduyu sahibi olanlar kolay kandırılır mı peki?

Bakın, referandum sürecinde olan ülkemize. Varsa yoksa eline mikrofon alıp avaz avaz konuşan siyasiler. Onlardan ötürü biz de birbirimizi kırıyoruz.

Var mı anayasada yapılmak istenen 18 madde değişikliğini okuyan, araştırıp inceleyen, anlamaya çalışan? “Büyüklerimiz her şeyin en iyisini bilir, bizim aklımız ermez“ mi diyorsunuz? İnanın, o büyükler gözünüzde büyüttüğünüz kadar büyük ve çok da bilgili değiller. Bize düşen mesuliyet; sunulan, söylenen her şeye “amenna” demeden önce “acaba? neden? nasıl? şöyle olamaz mıydı?” gibi soruları da sorup karar vermek. Yoksa nasıl özgür fikre sahip olabiliriz değil mi?

Büyük şehirlerde tıklım tıkış toplu taşıma araçlarında, kitap okuyanlara saygı gösterip yaşı ne olursa olsun onlara yer vermeye çalışanlar, “Ama siz kitap okuyorsunuz, oturmalısınız!” diyenler de var. Böyle görüntüler de kitap okumadaki kötü sonuçlarımıza rağmen güzel şeyler düşünmemize vesile oluyor.

İş hayatının tüm yaşama sevinçlerini törpüleyen, budayan yanlarına rağmen işten eve, evden işe gidiş-gelişlerde kitaba da zaman ayıranları da iyilikle anmamak olmaz. Tüm bu geçim cenderelerine, toplumsal bunalımlara inat yine de okuyup güzel şeyler düşünmekten taviz vermemek olağanüstü bir tavır sergilemektir çünkü.

“Ee… Yetti be serseri herif! Sen ne söylüyor, ne yazıyorsun? Devir kitaplıların değil, kitapsızların devri, hâlâ görmüyor musun?” diyenler de olmuş mudur acep bunca yazmamıza karşın?

Ne demiş Cemil Meriç: “Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız!” Öyle değil mi dostlar? İnadına hepinize iyi okumalar diliyorum işte fena mı?

Yazarın Diğer Yazıları