En son ne zaman mektup aldınız ya da gönderdiniz, hiç düşündünüz mü?
İlkokul 4.sınıf öğrencisi yeğenim, dersi gereği bir mektup yazması gerektiğini söyleyince yazımın konusu da kendini belli etti: Mektup.
E-Mail'lerin, whatsapp, messenger ve sair sosyal medya mesajlarının sıradanlaştığı bir çağda mektubun adı artık sadece eski ama asla eskimeyen şiirlerde ve şarkılarda geçiyor.
Mesela Aşık Veysel, şöyle diyordu “Yeni Mektup Aldım” şiirinde:
“Yeni mektup aldım gül yüzlü yardan
Gözletme yolları gel deyi yazmış
Sivralan köyünden bizim diyardan
Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış”
Mektubun adı anılmasa da maillerde ve sosyal medya hesaplarındaki “Gelen Kutusu” ya da “Mesajlar” bölümlerinde görsel olarak mektup resmi kullanılıyor. İletişim değişerek devam ediyor ama Türkçe katli bu mesaj ve maillerde son sürat devam ediyor.
Mesajlarını yazarken tüm harfleri büyük yazan mı dersiniz, “de” ve ”da”ların, “ki”lerin hangi durumda ayrı yazılması gerektiğinin önemsenmemesi mi dersiniz ne ararsanız var bu mesajlaşma yönteminde.
Mektuplaşırken de türlü imla hataları, Türkçemizi yanlış kullanma örnekleri veriliyordu muhakkak ama yazı güzelliğine dikkat edilmiyor muydu?
Mektuba güzel koku sürmek, sevgiliden gelen mektubun koklanarak hasretin dindirilmeye çalışılması, askerdeki oğullarından gelen mektubun okunmasıyla annelerin gözlerinin nemlenmesi ve mektup içindeki resimler, paralar, şiir gibi ek yazılar mektuplaşma iletişiminin en samimi güzellikleriydi, haksız mıyım?
Yeğenimin mektubu, annemle babamaydı. Öğretmenleri, işi sözde bırakmamış, bizzat sınıfça PTT şubesine giderek mektupları göndermişler.
Biz de benzer bir şeyi 5.sınıfta yapmıştık ama sınıf öğretmenimiz durumu pek önemsememiş, yazdığımız mektup ve kartları gönderememiştik, olay da unutulup gitmişti. Gitmiş miydi sahi? Bakın, ben unutmadım! Sayın öğretmenlerim, aman ha siz de öğrencilerinize böyle bir örnek yaşatmayasınız!
İntizar’ın “Beni Mektupsuz Koyma” şarkısı da meşhurdu bir zamanlar, 2000 yılında çıkan “Gece Nemi” albümündeydi bu şarkı. Sözleri şöyleydi:
“Beni mektupsuz koyma
Beni hasrete boğma
Arada bir ararsam seni
Ne olur kötü konuşma!”
Marquez’in “Albaya Mektup Yok” öyküsü de mektubu hatırlatır bize. Ülkesi için yıllarını askerlikte tüketmiş bir albayın bir türlü gelmeyen emekli aylığını beklemesi anlatılır bu öyküde.
“Aşk mektuplarından çok bahsetmedin!” diyenleri duydum, şimdi bahsediyorum işte! Evet, mektupla sevdasını açıklamaya çalışan ama bunu da binbir zorlukla yapan âşıklar da vardı elbette. Bir de olaya Abdurrahim Karakoç gibi bakan yüreği hassas âşıklar:
“O bana mektup yazardı, ben ona mektup yazamazdım. Elin kızının evine mektup mu gönderilir, ayıptır. Yaşadığı şehirde bir gazete çıkardı, ben o gazeteye şiirler yazardım. Herkes şiir diye okurdu ama Mihriban bilirdi ki kendine mektuptur onlar.”
Şimdi sevgiler -ne kadar sevgiyse?- kolayca ifade ediliveriyor. Mail ve mesaj yoluyla da sevgi ifade edilir, neden olmasın, yeter ki Türkçeye ihanet edilmeden ve namuslu, dürüst duygularla yazılsın.
Biliyorum, kimse artık “Bir Bahar Akşamı” şarkısındaki sözlerle seslenmiyor sevdiğine ve demiyor ki:
“Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz?”
Ve şöyle devam etmiyor günümüz âşıkları:
“İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığım bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri neredeydiniz?”
Bir de yazarların, sevdiklerine yazdığı mektuplar vardır. Hele ki bizim gibi, yazarlarını hapishane imtihanına tutmasıyla bilinen bir ülkede yazılan mektuplarsa bunlar...
Mesela Sabahattin Ali’nin, eşi Aliye Hanım’a yazdığı mektubun içinde şöylesi bir cümle var ki vurulmamak mümkün değil:
“İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek…”
Vardır efendim vardır, böylesi âşıklar da vardır ve inanınız bu çağda bile!
Ailem, yeğenimin mektubunu alınca duygulanmış ve sevinmişler, ben bu sevince kilometrelerce uzakta olduğum için yakından tanık olamadım ama ev adresini yeğenime söyleyen de bendim, bu mutlulukta benim de payım yok mu yahu? Sağ olunuz öğretmenim, sağ olun ki mektubu çocuklara anlattınız, öğrettiniz, onları bu duyguyla tanıştırdınız.
* * *
Yazıyı tamamlamak üzereyken bir mail geldi. Bu mail “Merhaba hayatım” diye başlıyordu. Ben ne zaman birinin hayatı olmuştum yahu, şaka mıydı bu? Buna benzer mailler sizlere de geliyordur muhtemelen. Monica ismiyle gelen mail şöyle devam ediyordu:
“Birleşik Devlet Ordusu subayı, kendimi daha iyi tanıtacağımı söylemek için önemli bir şeyim var. Cevabını alır almaz resmimi göndereceğim”
Bu, Türkçenin katledildiği mailin altında da İngilizcesi vardı. ABD’nin Suriye’den çekilme kararıyla ilgisi yok belki bu mailin ama üçkâğıtçılığın Monica hâli böyleydi belki de!
* * *
Mektup gibi güzel bir konuyu işlediğimiz yazıda kötü bir haber vermek istemezdim ama bizler kötülükleri görmezden gelince onlar yok olmuyorlar ne yazık ki!
Beşiktaş Nispetiye Mahallesi’ndeki bir apartmanda gürültü çıkardığı için komşularının şikâyetçi olduğu İbrahim Yener’i uyaran apartman görevlisi Nefise Dolapçı, Yener tarafından boğazı kesilerek öldürüldü. Dolapçı’nın naaşı dün Kastamonu Azdavay’da toprağa verildi.
Nefise Hanım da İstanbul gurbetinde olan Kastamonululardan biriydi, Allah rahmet eylesin, ailesine büyük sabır dilerim.
Gürültü tartışmaları ve cinayetleri büyükşehirlerin sıradan vakaları sayılabilir ama kötülerin bu kadar çok ve etkili olduğu bir ülkede ve dünyada üstat Yaşar Kemal’in bir sözünü hatırlamamak olmaz:
“O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”
* * *
Madem öyle, mektupla bağlayıp yazıyı noktalayalım. İstiklâl Savaşı yıllarını anlatan ve mücadeleye katılan bir gencin annesine yazdığı mektup şeklinde kurgulanan Kemalettin Kamu’nun “İzmir Yollarından Son Mektup” şiirinin bir bölümüyle hem de:
“Belki şimdi sana son
Sözlerimi yazmadan
Gözlerim kapanacak.
Belki var daha beş on
Dakikalık bir zaman.
Anne, için yanacak
Mektubum okunurken.
...
Anne elveda artık,
Şu iki üç asırlık
Gecenin gündüzünü
Görmeden gidiyorum.
Ne beis var diyorum,
O günün seherinde
Senin ince yüzünü
Görüyor gibiyim ya…
Ey genç gecelerinde
Beşiğimi bekleyen!
Ediyorum emanet
Seni Anadolu’ya!
Sütünden, emeğinden
Ne verdinse helâl et.
Söyle Hacer’e o da
Hakkını helâl etsin,
Gönülcüğü dilerse
Başkalarına gitsin…
Ben ermeden murada
Ecel kırdı kolumu;
Artık beyhude yere
Beklemesin yolumu.
O ne anne, o güzel
Gözlerinden akan ne?
Geri dönemem diye
Ağlıyor musun anne?”