Selahattin DEMİREL

Nasrullah'da yem savaşı ve mavi otobüs!

Selahattin DEMİREL

  • 453

Çarşamba günü öğle sonrası şehrin yolunu tuttum. Her zamanki gibi minibüsün arka koltuğundaki yerimi almış, yarım saatlik yolculukta elimdeki Jack London romanını yoldaş edinmiştim.

Bahar havası yaşanıyordu. İnsanlar; ılık, güneşli ve insana umut aşılayan bir günün içindeydi ama yine de ekmek kavgası kendini belli ediyordu.

Nasrullah Meydanı’nda kuşlara yem satanların bolluğunu gördüm. Buranın suyu kadar güvercinleri de meşhurdur.

Pek çok anne, çocuklarını güvercinlerle beraber fotoğraflıyor, bunu yaparken de yem satın alıyordu. O sırada yem satıcılarından biri, isyanı koyuverdi: “Ama abla, böyle olmaz ki! Hep aynı yerden alıyorsun, biz de biraz ekmek yiyelim değil mi?”

Güvercinler de çocuklar da tahıl satan bu insanların derdinde değildi! Kuşlar, önüne atılan yemleri yemeyi, çocuklar da güvercinleri kovalamayı kendilerine sorumluluk edinmişlerdi. Annelerse evlatlarının emeklemesi ve koşmasıyla mutlu olup telefonlarıyla fotoğraf ve video çekiyorlardı.

İnanıyorum ki bunları eşlerine de gönderiyorlardı. Bu eşler o saatte neler düşünüyor, hangi işlerin peşinde koşuyordu? Bir de yorgun omuzlarıyla akşamları evinin yolunu korkarak tutan babalar vardı.

Evlatlarına bir çikolata getirememenin hüznünü yaşayıp eşlerinin yüzüne bakmaktan çekiniyorlardı! Haydi beyler yapmayın! Hiç mi böyle durumları yaşamadınız?

* * *

Sanki bir sürgün cezam varmış gibi şehir merkezinden epey uzak tutmuştum kendimi! Şehre yüklediğim anlamların bir bir uzaklaşmasından mıydı yoksa bu?

Şairin, “Haydi dedim yüreğim gidelim bu şehirden / Bu şehir koparmak istiyor beni özlemlerimden” mısralarını bu sıralar daha sık hatırlıyorum. Evet, henüz kesilmemiş bir otobüs bileti de gözümde canlanıyor ve yakında o biletle yan yana gelecek gibiyiz!

Hayır, şehrin bir kabahati yok! Suç insanda ve kendisine yüklenen anlamın karşılığını veremeyenlerde!

Şehri gezerken tanıdık yüzler görüyor, selamlaşıp hâl hatır soruyordum ve sonra “Görüşmek üzere.” diyorduk karşılıklı. Ama anlamadığım bir şeyi hatırlıyordum!

Anlamadığım şey, hepinizi ilgilendiriyor!

Bu kadar küçük bir şehir merkezinde insanlar kolayca birbirine rastlayabiliyor ve kaçamıyorken neden pek çokları, insan ilişkileri konusunda koca koca kibir dağlarında gezerek kendini yalnızlaştırıyordu?

Bedri Rahmi “büyük şehirlere bağlanma mehmedim” derken nasıl bir şehirde yaşamamız gerektiğini şöyle açıklıyordu:

“öyle bir şehre yerleş ki,
küçük fakat bizim olsun.
sokaklarında tanımadık yüz,
ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın.
her ağacına elin,
her karış toprağına terin değsin.
ve kuytu evlerden birinde
senden habersiz ölenler olmasın.”

Hadi bakalım, şimdi “Küçük Bir Şehirden Gitmek” filminin başrolünde oynayın da göreyim!

* * *

Görüşmemin olduğu Kuzeykent tarafına gitmek için Eğitim’in orada bindiğim dolmuş görünümlü halk otobüsü, içindeki kalabalıkla sanki “Üstüme gelme ben zaten dolmuşum.” diyordu!

Ayakta duran iki kadın, birbirlerinde kalan tabakları üzerine sohbet ediyordu ve “A! O tabak senin miydi? Ben de evdeki tabağın nereden geldiğini merak ediyordum!” diye karşılık veriyordu.

Sonra halk otobüsü yolcularını duraklarda dağıta dağıta devam ederken bir amcanın yanında kendime yer bulabildim.

Bu yaşlı amcanın ayağının dibinde içi marul dolu poşetler vardı. Kendi kendine konuşur görünüyor, ara ara da sözlerine benden onay bekliyordu. Anlayabildiklerimi onaylıyor, anlayamadıklarımla düşünüyordum. Acaba bu amca, teselliyi kendi kendine konuşarak mı buluyordu? Otobüs dönerken “Dönü dönüve…” diyordu mesela.

İneceğim durağa yaklaşmıştım. Bunu fark eden amca “Gidiyor musun beyim?” diyordu. Amcaya iyi akşamlar dileyip onu sebze poşetleriyle baş başa bırakarak otobüsten iniyordum.

Amcanın hikâyesi neydi ve nasıl bir hayatı yaşamıştı? Yoksa eşini Hakk’a uğurladıktan sonra yalnızlığı kendi kendiyle konuşarak mı aşmaya çalışıyordu? Bilmiyordum ama şehirde bir akşam oluyordu.

Otobüs yoluna devam ederken bu otobüslerin eskiden mavi renkte oluşlarını hatırlıyordum. Şimdi çoğu mora dönmüştü. Mavi olanları da hâlen var mıydı? Yoksa siz o renklere hiç bakmadan mı otobüse biniyorsunuz?

Peki, o mavi otobüsle ilgili bir şarkı sözünü hatırlıyor musunuz?

“Bir mavi otobüs gelirdi / Seni alır giderdi…”

Otobüsler hem şehir içinde hem de şehirler arasında pek çok kişiyi alıp gidiyordu. Hasretler, kavuşmalar da otogarların yazıya alınmamış tarihinde gizliydi!

Kuzeykent’teki görüşmemden sonra otogara geldiğimde bu sefer minibüsle ilçeye gitmeye çalışıyordum.

* * *

Düzyazıyı şiir gibi yazarak bambaşka bir tarza ulaşan üstat Şükrü Erbaş’ın sözlerini şiir görünümüyle aktaralım:

"Yenik bir akşam yürür şehre 
Karakalem evlerden. 
Ara sokaklarda her gün 
Bir cinayet kurulur… 

İnsan sevmezse eve gelir. 
Gider aktarlara bakar. 
Yarasına biraz uzaklık basar. 
Küçük dükkânlarda uzun konuşur. 

Bin çeşit önlem geliştirir… 
İnsan sevmezse mezarını küçük düşürür.”

Yazarın Diğer Yazıları