Selahattin DEMİREL

Kastamonu Belediyesi'ne 3 otomobil sorusu!

Selahattin DEMİREL

  • 3053

21 Nisan tarihli gazetede Kastamonu Belediyesi’nin ihale ilanını gördünüz mü, bilmiyorum.

İlandan, belediyenin 3 adet otomatik vitesli otomobili 3 yıllığına kiralayacağını öğreniyoruz.

Pek çok şirket, “daha az masraflı” diye oto kiralama şirketleriyle çalışırken belediyeler de aynı yöntemi tercih edebiliyor.

EKAP üzerinden ihale bilgilerini inceleyince belediyenin “makam hizmetlerinde kullanılmak” üzere istediği araç özelliklerinin şunlar olduğunu görüyoruz:

— 2020 model, sıfır kilometre, dizel,

— Beyaz, yıldız siyah veya titanyum gri renk,

— 16 ınch alüminyum alaşımlı jantlar,

— Eller serbest kart sistemi, deri direksiyon.

3 aracın bir tanesi için şu şartlar koyulmuş:

— En az 8 ınch dokunmatik ekranlı multimedya sistemi,

— Elektrikli, ısıtmalı, otomatik katlanabilen hafızalı yan aynalar,

— Alcantara deri döşeme koltuklar,

— Elektrikli açılıp kapanabilen bagaj,

— Anahtarsız çalıştırma, metalik siyah renk,

— 18 ınch hafif alaşım jant.

Belediyenin Destek Hizmetleri Müdürlüğü’nün hazırladığı ihale şartnamesinin altında Şef Göker Uluer ve Müdür Neşet Kırıştı’nın imzaları var.

* * *

İhale ilanıyla bir çalışma için kamyon ya da kamyonet kiralanmaya çalışılsaydı belki bu kadar düşündürmeyecekti beni. Sorularım şartnamenin altında imzaları bulunan Sayın yetkililere ve Belediye yönetimine:

— Araçlar belediyenin hangi makamlarının hizmetinde kullanılacak?

— Belediye bünyesinde bulunan eski model de olsa 3 adet otomobille bu makam aracı ihtiyacı giderilemez mi?

— Araçlardan bir tanesinin lüks donanımlı istenmesinin nedeni nedir?

Cevaplarınızı acilen bekliyorum Sayın büyüklerim! Vereceğiniz cevaplar bu köşede harfi harfine okurlara ulaştırılacaktır.

Nerede o eski Ramazanlar?

İşte dördüncü günündeyiz. Her Ramazanda bir önceki sene hatırlanır, o gün yanımızda olanların şimdi başka bir âlemde olduğu vurgulanırdı.

Böyle bir kıyaslamaya kimsenin yeltenemediği ve “Nerede o eski Ramazanlar?” sözünün en büyük anlamına asıl şimdi kavuştuğu bir zamandayız!

Camilerin de inananların da mahzun olduğu şu salgın ortamında kıymet vermediğimiz pek çok nimetten yeni haberdar oluyoruz sanki!

İşi kaybettik, dışarıya korka korka çıkılan alışverişler dışında kapalı ev ortamında beraber yaşadığımız eşimizi sinir küpüne çevirdik, çocukları bunalttık, borçlarımıza borç ekledik…

Aldığımız ölüm haberleriyle, başta sağlık görevlileri olmak üzere dışarıda çalışan herkesin riskle burun buruna yaşadığını gördük.

Bunca şeyin içinde hiç mi düşünmedik?

Bu kadar kayba rağmen kazanabileceklerimizi! Canımızı dişimize takarak kurmaya çalıştığımız düzenin nasıl da kolay sarsılabildiğini…

Elde etmek için kendimizi paraladığımız şeylerin ne kadar saçma olduğunu…

Sağlık Bakanı’nın “İftar davetlerini gelecek yıla erteleyelim.” uyarısıyla “Nerede o eski Ramazanlar?” arayışına bir parça daha anlam yüklenmedi mi mesela?

Geçen yılkinin bile bu kadar kıymete bineceğini kimse akıl etmemişti oysaki!

Geçecek kıymetli okurum, bu günler de geçecek elbet, biraz daha sabır. Şairin “Dayan ha yıkılma.” dediği yerdeyiz.

Bir kitap!

Epeydir devam ettiğim bir romanı bitirdim. Madem bu kadar vaktimi almıştı sizle de paylaşmalıydım. Jack London’ın “Yanan Gün”ünden bahsediyorum.

Merak etmeyin, bu bir kitap tavsiye yazısı değil. 368 sayfalık kitabın neredeyse son 200 sayfasının sürükleyici olduğu bir eseri öyle herkese tavsiye edemezsiniz zaten. Çok da iyi olmayan çevirisi ve hatalı yazımların bol oluşunu buna eklersek tavsiyeye hiç mi hiç girişilmemeli!

Yanan Gün ismindeki kahramanımızla Alaska’da tanışır sonra Kanada’nın Yukon bölgesindeki macerasına şahit oluruz. Bu bölgedeki en büyük iş, altın aramak ve bulup zengin olma hayalidir.

Bilek güreşinde kimsenin yenemediği Yanan Gün de bu uğraşa düşüp zengin olur ve Amerika’ya açılarak ünlü iş adamlarından biri oluverir.

O artık güçlü bir kapitalisttir. Büyür, daha da zengin olur. Hep daha fazla ile ekonomik kumarlar oynar ve hep yener.

Şirketindeki Dede Mason isimli stenografa âşık olmasıysa ona pek çok şeyi düşündürür, evvela gençliğindeki güzel yılları.

Belki de okumadığınız bir kitapla ilgili size bir şeylerden bahsetmek sıkıcı olabilir ama benim derdim başka!

Ne mi? Kahramanımız Yanan Gün, sekreteri Dede’ye âşık olup evlilik teklif ettiğinde reddedilir. Dede Hanım mealen şunu söyler: “Zengin olmadan önceki hâlinle olmaya varım ama şimdikiyle asla!”

Yanan Gün’dür, sert olduğu kadar da duygusaldır. Bu reddedilişten sonra ne yapacaktır biliyor musunuz?

Bolca düşünecektir. Bunu yaparken de bir gençle bilek güreşine tutuşacak ve yenilecektir. İşte o zaman sanki şöyle seslenecektir kendine: “O eski hâlimden eser yok şimdi!”

Güçlü bir kapitalistken gençliğindeki zindeliğini ve çevikliğini kaybettiğini anlayarak önemli bir karar alır. Ne mi yapar?

Bütün şirketini bir güzel batırır, sevdiği Dede Mason’un kapısına dayanır.

Dede olanlara şaşırmıştır, neredeyse söylediklerinden pişmandır ama reddettiği teklifi kabul eder ve mütevazı bir çiftlik evinde yaşamaya başlarlar.

* * *

“Hep daha fazla” diyen Yanan Gün artık “Bugün buldum bugün yerim, yarına Allah kerim.” demektedir ve okuyucuya “Mandıra Filozofu” filmini hatırlatmaktadır.

Eserin kırılma noktası neydi biliyor musunuz? Tüm zenginliğinden aşkı için vazgeçen Yanan Gün’ün çiftliğinin su yolunu tamir ederken tesadüf eseri altın bulması ve bir an için zenginlik hayallerine tekrar kapılmasına karşın altınları toprağa gömmesi.

Evet, o artık sevgilisiyle mütevazı bir hayatı yaşayacaktır ve en büyük zenginlik de budur! Haksız mı yani?

Romanda kahramanın üç ismi kullanılıyor: Yanan Gün, Günışığı ve Elam Harnish. İsmin sahibi, romanın sonunda Günışığı’nda karar kılacaktır.

* * *

Peki, siz varlıklı okurlarım! Sevginiz için tüm dünyevi hırslarınızdan vazgeçip mütevazı bir çiftlikte zenginlik hırsından uzak yaşamayı göze alır mıydınız?

“Birkaç yıl sonra zaten köşemize çekilip tüm işleri çocuklara bırakacağız, biraz daha kazanalım” mı diyorsunuz yoksa?

Ne dediniz, duyamadım!

* * *

Nisan bitmeden Cahit Sıtkı’nın şu şiirini de okuyalım:

“Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
...
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin.
...
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen,
...
Bil ki ölmüşüm.

Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede.
Hatırla ki mahşer günüdür,
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.”

Yazarın Diğer Yazıları