Başlığı görüp de şaşırma kıymetli okur! Hele bir şu haberi oku:
“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi. Sivrialan köyünden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkılabın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”
Bu satırlar 2 Nisan 1934 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nden ve haberde bahsedilen iki gözü görmeyen “görgüsüz tabaka” mensubu saz şairi Âşık Veysel’dir. Peki, Âşık neden Ankara’dadır?
Cumhuriyetin 10. yılı için “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası” diye başlayarak söylediği Cumhuriyet Destanı şiirini, çevresinin tavsiyesiyle Atatürk’e ulaştırmak üzere can dostu İbrahim’le yola çıkmaya niyetlenmiştir. Türlü yokluklar içinde aylar süren yolculuğun sonunda Ankara’ya vardılar…
Ve sonrasında ne mi oldu? Şiirini sazla söyleyen ozanımız sazına tel almak için arkadaşı İbrahim’le beraber çarşıya gitmeye karar verdi. Sonrasını ondan dinleyelim:
“Şimdi Ulus Meydanı'na o zaman Karacaoğlan Çarşısı adıyla anılıyor, vardık. Bırakmazlar içeri, kafadan gayrı müsellah bir polis dikmişler, ‘olmaz da olmaz’ diyor. Meğer o sıra İran Şahı gelecekmiş de tertibat varmış. Ne bilelim, köylülük bir, cahillik iki, körlük üç. Döndük, Hakimiyet-i Milliye matbaasına gittik. İlgi gösterdiler. Destanı okuyunca beğendiler. Fotoğrafımı çektiler. Gazeteye bastılar. Gazetede şiir ve fotoğrafımız çıktığı gün, köylü elbisemize rağbet etmeyen polisler elimize ayağımıza sarıldı.”
Bir ara siyasi gündemimizde de çokça yer alan Âşık Veysel’in Ankara’ya polis tarafından alınmaması olayı aslında buydu. Dönemin valisi Nevzat Tandoğan’dı.
Âşık Veysel, Ankara’da Atatürk’le görüşemedi ama o zaman CHP’nin yayın organı sayılabilecek Hakimiyet-i Milliye Gazete’sinin matbaasına giderek Atatürk şiirini neşrettirdi. İşte yazımın başındaki haber, bu olay sonrasında yapıldı.
Şiirin gazetede çıkması Âşık Veysel’in tanınmasında büyük rol oynadı ama gazeteyi o gün Atatürk okumamış olacak ki Ankara’da günlerce bekleyen Veysel, muradına erip de onunla görüşemedi ve Sivas’a geri dönmeye karar verdi. Yol parası, arkadaşı İbrahim’i de onu da çokça düşündürüyordu ve sonunda Halkevi’ne uğramaya niyetlendiler.
Şiirinin fotoğrafıyla birlikte gazetede çıkmasından ötürü artık Veysel’i tanıyorlardı, Halkevi’nde onlara itibar gösterdiler. Halkevi mensupları Âşık’la arkadaşına birer takım elbise alıp bir de konser verdirdiler ve sonunda ceplerine para da koydular, işte bu parayla sılalarına dönebildiler.
Bir zaman sonra İstanbul Radyosu’nun daveti üzere yine yola koyulmuş Veysel. Radyoda türküsünü okumuş, o türküsünü okurken Atatürk de sofrasında radyoyu dinleyenlerden biriymiş ve “Bu âşığı bulup getirin!” diye emretmiş. Türküsünü okuduktan sonra radyodan çıkıp bir hayranının davetine icabet eden Veysel, Gazi’nin emriyle onca aranmasına rağmen bulunamamış.
Olaydan sabah haberi olan Âşık, hemen Dolmabahçe Sarayı’na koşmuş, “Gazi’nin çağırttığı âşık benim.” deyip Atatürk’le görüşmek istediğini söylemiş.
Cumhurbaşkanı Atatürk’ün görevlileri “Olmaz!” diye itiraz edip açıklamışlar: “O bir zevk zamanı idi, şimdi çalışma zamanı… Adresini bırak, yeniden sorarsa biz seni buluruz.”
Veysel heyecanla beklediği haberi hiçbir zaman alamamış ama onun Ankara’ya, İstanbul’a kadar gitmesine sebep, Sivas’ta Edebiyat öğretmenliği yapan Ahmet Kutsi Tecer’in onu keşfetmesi sonucunda olmuş. Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla pek çok enstitüde müzik dersi veren Âşık Veysel bir süre Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü’nde de öğretmenlik yapmış.
* * *
Tek Parti devrinde yaşanan bu olayları niye mi yazdım? Geçen hafta CHP’nin Kastamonu’ya Gazi unvanı verilmesi için Meclis’e sunduğu teklif üzerine şehir kamuoyunda bolca verilip veriştirildi. Fakat karşılaştığım bir köşe yazısıysa bu konuya benim de değinmemi gerektirdi. Bu yazı sahibi özetle şunları söylüyordu: “Nüfusumuzu yerinde saydırıp göçü arttıran, tekkeleri, camileri kapatıp Halkevi yapan hulasa bunlara neden olduğu için Kastamonu’yu geri bırakan 1980’li yıllara kadar egemen olan CHP ve cumhuriyet devrimleridir!” (!)
Ben bu kadar cesur bir yazı görmedim, şahane doğrusu! Keşke biraz da araştırma ve bilgi de olsaydı içinde! Hele şu “1980’lere kadar egemen” tespiti pek çok siyaset bilimciye şapka çıkarttıracak cinsten!
Arkadaş! 1923-1950 yılları arasında devlet yönetiminde CHP etkilidir, ondan sonraysa çoğunlukla senin yaptığın eleştirileri yapan, kendinde hiçbir hata görmeyen partiler egemendir.
Ama tebrik ediyorum, ben bu kadar cesur olamazdım! Çünkü CHP eleştirisi büyük cesaret gerektiriyor! Bu sebeple önüne gelen iktidar yanlısı hobi olarak da bu görevi üstlenmiş durumda!
Ben bu kadar cesur olamadığım için Tosya’da üç hastane gezdirilip ölen 7 yaşındaki Muhammed’in ölümünde ihmal var mı? diye soruyorum, bu çocuğumuz gibi nice hastalarımız şehir şehir, hastane hastane neden gezdirilmekte ve koskoca bir Kastamonu niye sadece bir özel hastaneye mahkûm edilmekte? diye üzülüyorum, ülkemizde devam eden krize karşı idarecilerimizin neden hâlâ çözüm bulamadıklarını merak ediyorum, ekonomik sıkıntıları sebebiyle bunalıma giren köy muhtarının tarım ilacı içerek intihar etmesini aklıma takıyorum.
Bitiyor mu, bitmiyor; İstanbul Haydarpaşa Garı ihalesindeki usulsüzlüğün Kastamonu’yu da geri bıraktığını düşünüyorum, iyi mi?
Fakat bunlar şehir üzerine kalem oynatanları pek ilgilendirmiyor, çünkü cesur olmak böyle bir şey! Son 17 yıldır ülkeyi idare edenlerin yanlışlarını görmezden gelip 1920’lere 30’lara gidip bütün suçu cumhuriyetin ilk yıllarında aramak! Büyük cesaret!
Âşık Veysel’in gözleri görmüyordu ama o gerçekleri görmeyenlerden değildi. Hani Bahtiyar Vahapzade’nin şiirindeki gibi “Bir kör tanıyıram, gözü körse de / özü kör değil.” dediğindendi.
Ya Vahapzade’nin tanıdığı diğer kör? O dostu, gözünün önünde öldürülse dahi görmeyen, “yahşıya ortak” ama yamanı görmeyendi. Ve sonunda “mugevva” diyerek korkuluğa benzettiği bu tipler hakkında şu tespiti yapmıştı Vahapzade:
“Gözleri görmeyen kör değil hele,
Görmek istemeyen kördür, deyerdim.
Böyle mugevvaya, böyle cahile
Hayatın özü de kördür deyerdim.”
“Şehrimizin bugünkü geri kalmış hâlinde en büyük pay CHP’nindir!” demek “Kastamonu’yu Âşık Veysel geri bıraktı!” demek gibi alâkasız bir şeydir! Az önce Veysel’in Gölköy Köy Enstitüsü’nde de ders verdiğini belirtmiştik. Peki, o enstitüleri kim kapattı?
Keşke o enstitüler 1980’lere kadar devam edebilseydi… İşte o zaman Kastamonu’nun neden geri kaldığıyla ilgili böylesi pişkin yazılar yazılmazdı, en azından içinde bilgi, belge kırıntıları olabilirdi.
Korkarım bu gidişle “Kastamonu’da kurulan sanayi teşekküllerini Tek Parti devrinde özelleştirdiler ya da kapattılar!” derlerse ona da şaşırmayacağım!
Bak Cumhuriyet Destanı’nın sonunda ne demişti Âşık Veysel:
“Türkiye’yi adalette yaşattı
Dağları deldirtti demir döşetti
Millete bir altın kemer kuşattı
Haşa nankör olman devranımızdan”
Ve Atatürk’ün vefatından sonra bizlerin de katılması gereken şu sözleri etmişti:
“Uzatma Veysel bu sözü
Dayanmaz herkesin özü
Koruyalım yurdumuzu
Dost değil düşman ağladı”
“Gazilik unvanı ve muhalefet partilerinin gidişatı için bir şey söylemeyecek misin?” diyorsun kıymetli okurum, biliyorum. Dedim ya ben o kadar cesur değilim! Ama Âşık Veysel’in son yazdığım dörtlüğünü tekrar okumanı senden rica ederim, anlaştık galiba!