Selahattin DEMİREL

Kitaplı aşklardan kitapsız katillere!

Selahattin DEMİREL

  • 309

Televizyonla pek aram yoktur ama o akşam bir film tutmak üzere oturdum başına. Toplumumuzdaki aile içi sohbetler, yerini önce TV dizilerine sonra da sosyal medya gezintilerine bırakarak çoktan unutulmuştu değil mi? Neyse ki bir şeylerin hep böyle olmadığını, daha naif ve mütevazı hayatların normal sayıldığı yılları bize anlatan “Seksenler” dizisi de yeniden ekranlara dönüyordu, biz de bunu bir teselli olarak görebilirdik.

Kanal gezerken bir Türk filmini başlarında yakalamıştım. En fazla 5-10 yıl önce bir TV kanalı için çekilmiş bir filmdi. Hayır, efendim, ismini vermeyeceğim ama aşk konulu bu filmin içindeki bir sahneden bahsedeceğim. Bir pastanede kitap okuyan kızın karşı masasında aynı mahalleden olup onunla tanışmak isteyen bir delikanlı oturmaktadır ve kitabı vesile ederek sorar: “Sezai Karakoç değil mi o? Biliyorum onu, çok iyi bir romancıdır!”

Ne güzel bir vesiledir kitap fakat film bu ya delikanlı bir pot kırmıştır, çünkü malum, Karakoç üstat, bir şairdir. Öyküleri, denemeleri vardır ama roman yazmamıştır hiç. Bu sahneyi izlerken sordum kendime, şimdiki sevdalarda kitabın etkisi nedir? diye. Kitapsız mıydı sevdalar ya da sevda görünümlü ilişkiler? Bugüne kadar kirletilmedik yanı kalmayan “seni seviyorum!” sözü hiç kitapla desteklenmiş miydi mesela?

Sevgili ülkemde geride bıraktığımız eylül ayında 53 kadın öldürüldüyse bu kitapsızlığın cinayetlerdeki etkisi neydi peki? Katillerin kaçı kitaplıydı? İstatistik Kurumu bu işin üzerine yoğunlaşır mı dersiniz?

Geçtiğimiz ay bu kadar kadın öldürülürken 145 işçimiz de iş cinayetlerinde hayatını kaybetmişti. Ölen işçilerimizin çoğu tarımda ve inşaat sektöründe çalışıyordu. Bu işte de bir kitapsızlık var mıydı acaba?

Şimdiki sevdalarda kitabın etkisi demiştik. Düşünün ki siz bir roman yazdınız, ününüz olmadığı için kolay ses getirmeyecektir bu gayretiniz. Ama örnek bu ya yollara düştünüz; iş hanlarını, dükkânları gezdiniz, kitapsever arayıp romanınızı tanıttınız, imzalayıp satmaya, işsizliğinizde harçlığınızı çıkarmaya çalıştınız. Bu gezilerinizden birinde ona rastladınız, önünüzden geçerken kalbinize acı-tatlı bir sızı giriverdi. Örnek bu ya onu daha önce bir fotoğrafta görmüştünüz, o zamandan kalan bir arayışla daha da heyecanlandınız. Şairin “merhaba… Amortiden mi çıktın güzelim?” dediği gibi dürüst bir şaşkınlığa düştünüz. Neydi bu şaşkınlığın adı?

Kitap artık sevda için sağlam bir vesile olmuştu hem de onun yazarı sizdiniz. Kitap gayretinize bir de sevda ekleyip uzun uğraşlar sonucu onunla iletişim kurabildiniz. Gün geldi, yüz yüze görüştünüz ve soğuk, hissiz bakışların arasında bir soruyla karşılaştınız: “Kitabın çok sattı mı?”

Nasıl devam etmişti şair?

“Bak yine şapşal ettin bizi...
Oysa ne güzel unutmuştuk
Ve ne güzel sona ermişti,
O gerzek pembe dizi!..”

Örnek kötü mü bitti? Bakmayın örneğime, yine de kitaplı sevdalar vardır, bilirim ve selam ederim onlara! Hem de “okumaya fırsat bulamıyorum!” bahanesinin saçmalığına inat!

Filmdeki kızın elindeki Sezai Karakoç kitabı, “Şahdamar/Körfez/Sesler”di ve kızın derdine düşen delikanlı da aynı kitabı alarak içindeki şu şiiri okuyacaktı:

“Allah kar gibi gökten yağınca

Karlar sıcak sıcak saçlarına değince

Başını önüne eğince

Benim bu şiirimi anlayacaksın”

İnşaat ve dağ!

Karşı komşum binasına yalıtım yaptırmaya niyetlenince hummalı çalışmalar sonucu iskeleler binasını kapladı. Neredeyse hepsi doğu illerimizden gelen işçiler, ülkemin birçok yerinde olduğu gibi Devrekâni’de de çalışkan ve istekli çalışırlarken zaman zaman da türkü tutturuyorlardı:

“Tabip, sen elleme benim yaramı
Beni bu dertlere salanı getir!”

Bina, odamın karşısında olunca da ister istemez bana dinlemek düşüyordu. Sıradaki türküyse beni daha da etkilemişti:

“Bunca gamı bunca derdi
Zalım felek bana mı verdin?
Herkes muradına erdi
Yine cananım gelmedi”

Türkülerden yola çıkarak Diyarbakır’a gidip oğulları dağa kaçırılmış annelerin feryatlarını bir kez daha duydum sanki ve yakını olan o annelere, ailelere destek olmak için orada bulunan bir kadının sözlerini:

"Bizim canımız gitmiş, senin umurunda mı? Gönderdiniz, yalan mı? Kaç tane genç toprağın altında. Diyarbakır'da genç bırakmadınız, ya cezaevinde ya toprağın altındalar…”

Fakat annelerin mücadelesini büyük bir çoğunluk görmezden geliyordu. Siyaset bu kadar kirli miydi? Devekuşu gibi başını kuma saklayanlar ne büyük bir iş yapıyordu! Yoksa feryatları sahiplenenler de başka hesaplar mı kuruyordu? Ama bu anneler doğru söylüyordu, ya bu Diyarbakır böylesi kaç olaya daha şahitlik edip için için ağlayacaktı? Ve Ahmed Arif “seni, baharmışsın gibi düşünüyorum / seni Diyarbekir gibi…” derken haksız mıydı?

Karşı binada çalışan işçiler rızkının peşindeydi, en büyük dava da buydu aslında ama bu ülkedeki insanları birbirine düşman etmek isteyen terör baronlarınca da hain sayılacaklardı.

İstanbul’da cumartesi günleri Taksim’de evladını arayan anneler bir araya gelip oturma eylemi yaparlar. Önlerindeki afiş ve kartonlarda şunlar yazılıdır: “Ad-Soyad, şu tarihten beri kayıp!” Çoğu, evladının mezarına bile kavuşmaya razıdır, yeter ki bir aksiseda olsun!

12 Eylül Darbesi’nden sonra gözaltında “kaybolanlardan” biri olan Cemil Kırbayır’ın annesi Berfo Ana’nın “Benim evladım gelir diye kapıyı bacayı açık bıraktım. Ay geçti, gün geçti, sene geçti benim çocuğum gelmedi!” sözlerini unuttuk mu? Ve bu anne, evladını dünya gözüyle göremeden 2013 yılında vefat etmişti.

Ben anneleri ayırmam, evladını arayan her anne benim için saygıdeğerdir ve bilirim ki bir militanın annesi bile evladının dağ başlarında soğuk bir demir gölgesinde olmasını istememiştir!

Nevzat Çelik, Şafak Türküsü’nde boşuna yazmamıştı:

“Ülkemin neresine bakarsa ay
Orada yitik bir anne ağlıyor…”
diye!

Ve devam etmişti:

“(ah verebilseydim keşke
yüreği avucunda koşan
her bir anneye
tepeden tırnağa oğula
ve kıza kesmiş
bir ülkeyi armağan…)”

Ben bunu başarabilmek için hâlâ paralıyorum kendimi. Ah be işçi kardeşim, nereden tutturdun şu türküyü, nasıldı devamı?

“Erisin dağların karı
Geçti ömrümün baharı
Ecel kapımı çalmadan
Durma gel gönlümün varı”

Beklenenler, bunca feryadımızdan sonra gelir mi dersiniz?

Yazarın Diğer Yazıları