Ortaokul çağındayken bir şiirden haberdar oldum: Mona Roza. Şiiri tanıtan İngilizce Öğretmeni’mizdi. Güzel bir el yazısıyla yazılmış kâğıdı sınıfta elden ele gezdirerek okurduk. Şiir, basılı bir kitapta değildir ama elden ele yayılmıştır bir kere, zaten şairi de bu şiiri ancak 2002’de yayımlar.
“Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller”
Ne aşktı bu! Büyüklüğü karşılıksız oluşundandı tabii. Yıllar sonra üniversite öğrenciliği zamanımda bu şiirin tam hikâyesinden bir köşe yazısıyla haberdar olmuştum.
Mono Roza’nın hem âşığı hem şairi Sezai Karakoç üstat, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken aynı fakültenin öğrencisi Muazzez Hanım’a âşık olur. Dikkat edildiğinde şiirde bir akrostiş olduğu da görülecektir. Her kıta başlangıcındaki harfler birleşir ve “Muazzez Akkayam”ı oluşturur.
Muazzez Hanım’ın kızından öğreniyoruz ki annesi “Grace Kelly tipinde çok güzel bir kadınmış…” ve annesine şiiri sorduğunda onun bundan haberdar olmadığını fakat paltosunun cebinde şairi meçhul aşk şiirleri bulduğunu anlatmış. Yani anlaşılan o ki ortada bu şiirler dışında bir girişimi olmamış şairimizin.
“Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...”
Muazzez Hanım ne kadar doğru hatırlıyordur bilmiyorum ama bahsedildiği gibi şairle hiçbir merhabası olmaması da kolay düşünülemiyor.
Karakoç üstat, ketum, ağırbaşlı bir his insanıdır. Bugüne kadar kendi dilinden bu sevda hakkında bir şeyler duyamadık, eskimeyen o güzel insanlar da öyle değil midir zaten? Ne bir imza gününde görebiliriz onu ne de bir ödül töreninde, bu çağın bilindik insanı da aydını da değildir bu sebeple, bambaşkadır.
Bizler Mona Roza üzerine bu kadar dert edinirken üstat şöyle bir açıklama yapmıştır:
“Monna Rosa’nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp bir takım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. Dante’nin ilahi komedyasında geçen Beatris'in gerçekten var olup olmadığı tartışılmış ve birtakım yakıştırmalardan öte kimlik bağlantısı kurulamamıştır.”
Öyle de olsa böyle de olsa ne o eski aşklardan eser var şimdi ne de o insanlardan! Neyleyelim, bize de bu yüzyılda yaşama cezası kesildi ama neyse ki güzel şeyler de oluyor ki umut buluyoruz nefes alıp vermeye.
“Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi”
Günümüzdeyse sevenini öldürenler var, unutarak ya da anlamayarak. Bir domates alırken bile pazar pazar, market market dolaşıp öyle karar verirken bir insan hakkında hemen yargıya kapılıp hissizlikten dem vuranlar var. Biz böylesi hissizlere, vurdumduymazlara ne diyebiliriz ki? Türküdeki gibi “seni seven öldü zalim, haberin var mı? desek “ee, ne yapayım?!” diyecek duygusuzlukta insanlar bunlar. Mono Roza’dan başlayıp günümüz sevdalarına geçerken tadında bırakalım da şiir imdadımıza yetişsin. Bizler olgun insanlarız değil mi, keşke olgunlaşmayıp çocuk kalaydık:
“Aldırma sen güzel çocuk,
Bu büyümüş insanlara
Onlar bir telaşa gömülmüş
Ve yarın korkusuyla
Sevgileri solup dökülmüş.”