Cafer GÜNAYDIN

Nasıl olur da yazmam?

Cafer GÜNAYDIN

  • 1537

Tüm zamanların en etkili kişilerinden bir özel insandan bahsediyoruz… Kendi dünyasını köklü bir şekilde değiştiren ve 1500 y.y. sonra bizim ve sonrakilerin hayatlarını, tıpkı öncekilerin de hayatlarını değiştirdiği gibi değiştirmeye devam eden bir insan…

Durum böyleyken, nasıl olur da bir çoğumuz O’nun hakkında bu kadar az şey biliyoruz?

Nasıl olur da O’nun hakkında konuşmak, yazmak fikri, bazıları için gerginlik olarak algılanabiliyor?

İşte benim düşünce ve dert dünyama hoş geldiniz…

Hz. Muhammed (sav), bir yandan bilindiği gibi aleyhinde olan kişilerin saldırılarıyla çarpıtılırken, algı operasyonları yapılırken öte yandan bazen de kendini O’nun savunucusu ilan edenlerin en sesi çıkanları tarafından da eşit derecede çarpıtılıyor.

Tüm bunlar O’nun gerçekte kim olduğunun bilinmesini gittikçe daha kaçınılmaz yapıyor.

Ama O’nun hakkında yazılan milyonlarca, milyarlarca makaleler, kitaplar, kasideler, naatlar O’nu anlatmaya yardımcı olduğu kadar belirsizleştiriyor da…

Gelin bu özel insanı yaşadığı hayatındaki tüm karmaşıklığı ve hareketliliğini anlamaya çalışalım… Kısacası Hz. Muhammed (sav)’i bunun için bir bütün olarak görmek gerekecek… Yani bu özel insanı çeşitli amaçlardan oluşan, sanal bombardımanlardan ve mayın tarlalarından uzak tutarak.

Dini adanmışlık ve duygusallık ve de basmakalıplık ile peşin hükümlülükten de uzak tutarak anlamaya çalışalım…

İslam’ın ilk kritik dönemecini dikkate alarak düşünelim mesela… 610 yılında bir gece bu özel insan Muhammed (sav)’e olan şeyi!

Mekke’nin hemen dışındaki oralara hakim bir dağın kuytu bir mağarasına gitmişti ve görünen o ki, belli de bir iç sükûneti yakalayabilmek yaşayabilmek için dedesinden gördüğü gibi… Bu halet-i ruhiyelerde gezinirken en son umduğu şey hiç bilmediği vahiy denen ilhamın adeta belini büken ağırlığıyla karşılaşması idi… Yani Kur’an anlatısıyla bin aydan da hayırlı olan o gece vaktinin elimizdeki ilk rivayetlerinde düşünülmesi gereken şey pek de orda ne olduğu değil orda nelerin olmadığıydı…

Ne olmadı?

Hz. Muhammed (sav), o mağaradan sevinçle dağdan aşağılara neşe ve sevinçle koşarak adeta uçarcasına inmedi. “Yaşasın Allah’a sonsuz şükürler olsun!!!” diye çığlıklar atarak bağırarak mağaradan kendini dışarıya atmadı. Nur ve neşe saçmadı etrafına… Ve gelen bu ilham bu vahiy Kur’an’ın hepsi bile değildi sadece 5 tane kısa ayet. Hülasa kendisine tepki göstermeyi gerektirecek hiçbir şey yapmadı. Yaşadığı bu ilahi tecrübesini, dünyevi kişisel hırsları hayalleri için de kurgulamamıştı. Bu durumu Mekkeliler duyduğunda, davasından vazgeçmesi karşılığında her şeyi ama her şeyi teklif ettiklerinde verdiği o muhteşem cevapta bunu net bir şekilde görebiliyoruz: "Sağ elime güneşi verseniz sol elime de Ay’ı koysanız bu davadan vazgeçemem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm." (1)

Tam tersi, kendisini ifade eden kelimelerle söylersek ilk başta başına gelen şeyin gerçek olmadığına ikna olmuştu. En iyi ihtimalle halüsinasyon olduğunu düşündü. Kendi zihninin kendine oyun oynadığını en kötü ihtimalle de kötü bir cin saldırısına uğradığını ve kendisini aldattığını düşündü. Aslında aklına ilk gelen, en yüksek uçurumlardan atlamak ve yaşadığı bu şeyin korkusundan travmasından kaçmak idi. Tüm bu yaşanılan tecrübeyi aklından hayatından silip yok etmek idi.

O gece işittiği o cümlelerin, kelimelerin kendi içinden mi yoksa dışardan geldiğine hangisine inanırsanız inanın görünen o ki: Hz. Muhammed (sav)’in bu yaşadığı kesinlikle açık, net…

Ve diğer yaşadığı vahyi tecrübeler sonucu başta kendisini ve kendisinin algılanma biçimi dönüştürebilecek bir güçle yaşadığı bir gerçek.

Dolayısıyla bu başlangıçta yaşadığı panik halindeki kafa karışıklığı ve travmalar yerini aşina olduğu her şeyden kopuşa bu zihnin kavrayabileceği her şeyden daha geniş bir Güç tarafından kuşatılmışlık hissine ve inancına bırakıverdi.

Hayatının sıra dışı tüm virajlarında hayatı ihmal edilmiş bir yetimden alkışlanan bir lidere, akrabalarınca dışlanmış kovulmuş istenilmeyen biri olarak ilan edilmişlikten en üst düzeyde benimsenilmiş birine, güçsüzlükten güce dönüşen ama yine de kendini “kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu” olarak tanımlayan o özel insan Hz. Muhammed (sav)…

İster dindar ya da laik olalım, inançlı, ateist ya da ikisinin arasında bir yerde olalım sonuçta aşırı uçtakilerin söylemlerinden ve yaptıklarından hepimiz etkileniyoruz. Şimdilerde dünyanın küçücük bir köşesinde olanlar tüm dünyada yankı buluyor. Ama ister Mekke’de yaşayalım, ister Tel Aviv’de New York’ta yine de bir seçeneğimiz var:

Reddedebiliriz: “Reddedebiliriz” derken öfke ve şüphe tarafından yönlendirilmemize izin vermeyi reddediliriz. Her türlü aşırı uç tarafından manipüle edilmemize izin vermeyi reddedebiliriz. Onların dar bakış açılarını çarpık duygu ve düşüncelerini kin ve düşmanlıklarını tıpkı O’nun gibi reddedebiliriz.

Hz. Muhammed (sav)’i bir bütün olarak görmemiz gerektiği gibi… Bu nasıl olacak? derseniz gayet basit: Birbirimizi iyi niyet ve temiz bir inanışla bir bütün olarak görüp görmeye başladığımızda…

(1) (bk. Sîretu İbn Hişam, 1/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, 1/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474;  Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile- 2/63; Taberî, 2/218-220)

Yazarın Diğer Yazıları