Selahattin DEMİREL

Kıyamet Kopsun da Bitsin Bu İşkence!

Selahattin DEMİREL

  • 561

İnsanın neden olduğu iğrenç haberleri verirken şöyle der haber sunucuları: “Bu yaşananlar kamu vicdanını yaraladı!”

Bu ifade ilk duyulduğunda “Vay be, kamunun vicdanı yaralanmış demek!” denmiştir ama sonra alışıldık bir söz oldu gitti kamu vicdanı. Çünkü kamuyu temsil eden insanlarda vicdan kalmadı ya da pas tuttu. “Pas sökücü lazım!” diyenler, bu duruma işaret edenlerse “istenmeyen insan” ilan edildi. Ve bu durum artık kamu vicdanını da yaralamaz oldu.

Sonra o vicdan, sanki hâlâ yaşıyormuş gibi; tecavüzler, türlü sapıklıklar, çocuk istismarları karşısında veryansın etmeye başladı: “İDAM!”

“İdam olsaydı bunlar olmazdı, katiller korkar, suç işlemez, sapıklar bu kadar rahatça sapıklıklarını yapamazdı.” Yaşam emaresi gösteren vicdan, böyle diyordu.

Bir ülkedeki kanunlar, kötüleri korkutmalı, iyileri de güvende hissettirebilmeliyken; kötüler kanunlarla dalga geçer hâle gelmiş, iyilerse kanundan hem korkar hem de ona güvenmez olmuşsa işte böyle “idam” sesleri de her fena haber sonrası bunca tepkisizliğe ve görmezliğine rağmen hâlâ yaşadığını anladığımız kamu vicdanı tarafından dillendirilir.

Aynı seslenmeleri 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası da yaşadık. “İdam” sesleri o zaman daha da güçlüydü. Çünkü askerî üniformalar içindeki şahsiyetsiz şahıslar, ülke insanına ateş açmış, üzerine tank sürmüş, jetlerle bomba yağdırmıştı.

Olaylardan sonra halkın tepkisi “idam” seslerini yükseltmek şeklinde olmuştu. Kimse, ülkeyi darbe girişimiyle karşı karşıya bırakan devlet idarecilerini sorgulamamış, suçlamamıştı. Hükümet erki de doğal olarak bu idam isteğinden memnundu, çünkü tek suçlu darbecilerdi! Darbenin, yönetimdeki zafiyetlerden yararlanarak yapılabilen bir girişim olduğunaysa değinilmiyordu bile!

Öldürülen, istismara uğrayan çocukların katilleri nasıl mahlûklar, kişilikleri hakkında bir inceleme yapıldı mı? Ankara Polatlı’da katledilen Eylül’ün katil zanlısının evli, çocuklu bir elektrikçi olduğunu öğrenebildik, zanlının daha önce de köpeğe tecavüz ettiğine dair iddialar var. Psikologların, sosyologların bu konuları incelemesi ayrı, toplumda canilere verilecek cezaların tartışılması ayrı.

Eğitimden, aileden, çevreden, çocukluktan, yetişme tarzından bahsedebilirsiniz ki hepsinin de bir insan karakterinde çok büyük payı vardır.

Ve böylesi olaylarda bu caniler, insanlık düşmanları nasıl bu hâle geliyor? diye sorup araştırmaktansa suça verilecek cezaları tartışıyoruz biz. En ağır cezayı hak ediyorlar fakat aynı suçların bu kadar kolay ve yoğun işlenmemesi için bir insanın ailesini, çevresini, yetişme tarzını hiç mi konu etmeyelim?

Toplum içerisinde cahil düşmanın zararlarını, çocuklar üzerinden bir kez daha gördük. Ailesiyle husumeti olan cani, o ailenin çocuğu üzerinden düşmanlık yapıyor. Çocukları kaçıran, boğan, öldüren, istismar eden bu zırcahil kafa! “Cahil dostum olacağına ahlâklı-akıllı düşmanım olsun!” sözünün ne anlama geldiğini anlamış oluyoruz böylece.

İslâm öncesi cahiliye devrinde Arap topraklarında kız çocuklarını diri diri toprağa gömen anlayıştan ne farkı var bu canilerin? Bir yanda cahiliye döneminde Hak mesajını alamadığı için bunu yapan anlayış, diğer yandaysa Hak mesajın gelmesine karşın âdeta cahiliye devrini yaşayan insanlıktan nasibini almamış anlayış!

İdam da bir cezadır, Hz.Kur’an’da “Kısasta sizin için bir hayat vardır.” ayetini hatırlayalım(Bakara,179). Ülkemizde 1984 yılına kadar idam cezaları uygulandı, ağır cezalık suçları nüfusa oranlayalım, idam cezası varken ve yokken ne tür değişmeler oldu? İstatistik denecek sosyolojik bir araştırma faydalı olmaz mı sizce de? En önemlisi de verilen idam cezalarının içinde suçsuzların oranı neydi?

Adaletin onlarca yıldır tam uygulanamadığı bir ülkede idamla adaleti sağlamaya çalışmak ne kadar sağlıklı olacaktır? sorusunu da akla getiriyor bu “idam” çıkışları.

Özellikle ülke siyasetine bakarak bu ceza; tacizcilere, tecavüzcülere, türlü sapıklara ve katillere değil de idamı hak etmeyen masumlara yönelebilir diye endişelendiriyor bizi.

Çoğu hassas yürek de feryat ediyor: “Allah’ım kopar şu kıyametini de artık bitsin bu işkence, bu dram! Anladık ne tür bir varlık olduğumuzu, iyilik de var kötülük de içimizde. Kötülüğünü, nefsini öldüremeyenlerin, insanlıktan çıkanların işledikleri cinayetlerin görgü şahidi olmaktan bıktık, usandık. Kopar da kıyametini bitsin artık bu trajedi!”

Kıyameti görmenin korkusunu bile hiçe sayıp böyle yakınanlarımız, yaşanan bu iğrençliklere karşı insan olma sorumluluğunu-duruşunu bu feryatla ifade ediyor.

İnsanlık elbisesini giymekle sorumlu tutulduk. Kimisine bol geliyor bu elbise, kimisi çırılçıplak!

Suç ve Ceza

Konumuz bu olunca, alâkalı bir romandan bahsetmemek olmaz.

Dostoyevski, Suç ve Ceza’da tahsilini yarıda bırakmış hukuk öğrencisi Raskolnikov üzerinden insanlık bunalımını, suçu, adaleti, cezayı ve en sonunda da insanın kendini bulmasını konu eder.

İçinden çıkamadığı yoksulluk bunalımı, Raskolnikov’u bir tefeci kadını ve hesapta olmayan bir şekilde tefecinin kız kardeşini öldürmeye götürür.

İşin enteresanı, tefeciden aldıklarını kendine harcamaz Raskolnikov, sorgulamalarına sorgulama katar. Kitle katliamlarını ve türlü savaşları normal karşılayan anlayış üzerinden kendi suçunu hafifletmeye çalışır ilk iç sorgulamalarında, sonra gelgitler artar ve en sonunda da suçunu itiraf edecektir. Bu özetle yetinilmeyip okunası bir romandır Suç ve Ceza.

Okuyucu, dönem Rusya’sının buhranını, memurluktan atılıp sefalet içinde ölenleri, bedenlerini satan kadınları (bknz. Sonya), bunalım içindeki gençliği ve hapishanede de olsa sonunda bir çıkış yolunu bulma umudunu görür romanda. Tüm suçlular Raskolnikov hassasiyetinde olsaydı keşke!

Cahit Külebi de "İnsanlar! Şeytanın sütkardeşi! / Bazı bazı sizleri de gördüm uzaktan; / O zaman sövmek geldi içimden / Ayıptır söylemesi…" derken haksız mıydı, özellikle şu yazıda konu ettiklerimizi düşününce?

Şairin şiiriyle:

1948 yılında

On beş gün yattım uyudum

Sırtüstü yattım uyudum

Gemlik körfezinde.

Dağların ortasında, ayağımın dibinde

Çocuk gibiydi oynaşan nazlı sular,

Unuttuk, sevmesini çoktan unuttuk

Severse çocuklar sever.

Belki de beni değil

Dalgalar özgürlüğü seviyordu,

Dağlardan tarlalardan

Gürleyip akmak istiyordu.

Ama bu dağlar bizim dağlarımız

Ayrısı gayrısı yok denizle,

Yabancımız değil bağlar bahçeler

Zeytin ağaçlarımız.

O ağaçlar ki şimdi soluk yeşil

Sonra kömür gözlü kızlara benzer,

O ağaçlar ki anamız gibi

Durmadan emzirirler.

Gelin yaklaşın dalgalar yanıma

Bıktım insanlardan, kentlerden bıktım!

Sayın ki bir gemiciyim, gemim batmış,

Yüze yüze kıyıya çıktım!

Yazarın Diğer Yazıları